Kapadokya Ultra 119 K Raporu
Diyorsun ki, ”Tamam şu eşiği de geçeyim sonrası düzlük.” Düzlük sandığın yere geliyorsun, bir bakıyorsun orası da yokuşmuş. Hiç bitmiyor.
(Behzat Ç.)
Galiba yarış düzenleyenlerin yapacağı en başarılı pazarlama taktiği, erken kayıtlarda ciddi indirime gitmek. Zaten çoğu da yapıyor. Ben de çok erkenden kayıt olduğum, planlarını yaptığım için burdayım. Aslında gelmesem çok daha iyi olacaktı ama…
Neyse…. Geçti artık.
Beni korkutan, daha 20 gün önce, Roubion-Nice 100K yarışına katılmış ve ağzımın payını alıp dönmüş olmam.
Şiddetli yağmur altında, tamamına yakını teknik bir parkurda, vıcık vıcık kayan kayalardan düşe kalka sürünerek, 5200 metre tırmanıp, 86 km gittiğimde, artık ayakkabım parçalanmıştı. Sol topuğumda 40. km’de başlayan yara ise artık derinleşip kanamaya başlamıştı. Aslında 6 saat sürem vardı daha ve sadece 20 km yolum kalmıştı. Pansuman yaptırdım. Ancak sonrasına devam etmeme izin vermediler. Zaten seke seke yürümek de beni mahvetmişti.
Servis beni Nice’teki garaja bıraktığında otele kadar olan 2,5 km yolu bile topallayarak çok zor gitmiştim. Omuzlarımdan aşağısı, kurumamış kaba heykel yontusu gibi çamur kaplıydı. Ve hayatımda hiç bu kadar alkışlanmamıştım. Yoldan geçen tramvayların şöförleri bile el sallıyordu.
Otelde parçalara ayrılmış derimi elastik bandajlarla sıkı sıkı sarmış, 3 gün dokunmamıştım. Açtığımda büyük ölçüde düzelmişti, ben bile şaşırmıştım.
Şimdi topuğum daha iyi. Ancak 3 haftadır çalışamadım. Birinin recover dönemi ile diğerinin taper dönemi çakıştı. Yine de arkadaşlarla en azından gezme olur düşüncesi (dolduruşu) ile çıktım geldim. Hayırlısı bakalım.
Sabah 07:00’de 63 K katılımcıları ile birlikte yola çıktık. Çevredekiler bize gaz, bizler de onlara poz veriyoruz. Yarışın balayı dönemi. Herkesin ağzı kulaklarında. Her yerden “Wouuuvvv, ne müthiş manzara” anlamında her dilden nidalar var.
3 km sonra ikinci yokuşa geldiğimizde batonları çıkarıyorum. Fransa’dan döndüğümden beri hiç elimi sürmemiş, bakım yapmamış olduğumun farkında değilim. Z Flip batonlar bunlar ve bakım yapmayınca kitlenmiş kalmışlar. Ne yapsam açamıyorum.
Birlikte geldiğimiz Uğur Çiftçi ile durup uzun süre debeleniyoruz. Birini zorla açıyoruz, diğeri bir türlü olmuyor. Tekini kullanırım diye düşünüp devam ediyorum.
Az sonra yeniden hırslanıp tekrar batona saldırıyorum. Bir merdiven basamağı bulup dayıyorum, taşla vura vura çözüyorum. Yarışın sonuna kadar da bir daha oynamıyorum, elimde açık olarak taşıyorum. Tabii bu sırada yüzlerce kişi önüme geçiyor, ciddi bir gecikme yaşıyorum.
4’üncü km’de yoldan araziye döndüğümüzde, patika inceliyor. Yine de single track olduğu söylenemez. Sazlarla kaplı arazide öndekileri istenirse geçme imkanı bolca bulunabiliyor.
Sonrası orta karar bir tırmanış ile 11’nci km’de İbrahimpaşa CP’sine ulaşıyorum. 1 saat 22 dak.
CP’den çıkıp 1500 metre rakıma kadar yükseliyoruz. Arkasından 400 metre alçalan, 7 km süren bir inişe geliyoruz.
İniş deyince genellikle hafife alınır ama, çoğu zaman çıkışlardan daha tehlikeli, zaman harcatıcı zor parkurlardır. Buradaki iniş de, taşların üzerine 2-3 cm kadar yükseklikte biriken volkanik kül nedeniyle oldukça kaygan. Sert kayalar genellikle V harfi şeklinde, ancak bir iki kişinin sığacağı bir küçük vadimsi tünel halinde yol veriyor. Bir sağ, bir sol duvara sıçrayarak inebiliyorsunuz.
Yine de teknik bir alan sayılmaz. Özellikle Roubion sonrası girdiğimiz Mercantour parkını görünce, bana otoban gibi geliyor.
Ayağımda ilk kez yarışta kullandığım, Özgür’ün getirttiği ayakkabılar var. Yeri raptiye gibi tutuyor. Daha önce böyle yol tutabilen bir ayakkabım olmamıştı. Yokuş aşağı insanları beşer onar solluyorum. Süper bir his.
Özgür Sancak, hayatımın en başarılı projesi oldu bence. 6-7 yıl önce ilimizdeki bir yarı maraton yarışında benden fark yemişti. Kendisini mesleki olarak da tanıyordum. Çalıştığım hastanede anestezi teknikeriydi. İyi bisiklet bindiğini de biliyordum.
Hemen birlikte çalışmalara başladık. Bisikleti geliştirdi, yüzmeyi baştan öğrendi, koşusu gelişti. Bir kaç kez triatlon yarışına birlikte katıldık. Ama ne yapsam suyla barışamadı.
Benim kendimi en rahat hissettiğim, yorulunca beni taşıyan, ısınınca soğutan, terleyince tuz veren deniz onun en büyük kabusu oldu. Moral desteği olsun diye cebine balonlar yerleştirdim, yorulunca şişirir tutunursun dedim ama faydası olmadı.
Ancak bir gün arazide bir çalışmada, bizim adımlayarak indiğimiz sert ve kırıcı bir parkuru tartan pistte koşar gibi indiğini görünce jeton düştü. Belki denizci değildi ama, tam bir dağcıydı.
Einstein haklıydı.
“Aslında herkes başarılıdır. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını beceriksiz olduğuna inanarak geçirir.”
Hemen Bodrum 100 K’ya kayıt yaptırmasını istedim. Birlikte gece çalışmaları yaptık, kafa lambası kullanmaya alıştık. Ben de birlikte katıldım. Daha ilk yarışında genelde 4, yaş grubunda ilk sırayı aldı. Arada ben de bir yaş grubu 3. lüğü aldım. Koyunun olmadığı yerde misali.
Sonrası hep gelişmelerle, pandemiye rağmen devam etti. Artık bugün ben ondan akıl fikir alır, tecrübesinden faydalanır oldum. Önerdiği ayakkabı ile kayma korkusu olmadan hızla gidiyorum. 3 hafta önce yaklaşık 60 km boyunca çamur antrenmanı yapmış olmamın da muhakkak faydası olmuştur tabii.
Güzel bir manzara ve portatif hoparlörlerden yükselen iğrenç müzikler eşliğinde, 300 metre tırmanıp, 27. km’de Uçhisar CP’ye ulaşıyorum. 3 saat 27 dak.
Baton yüzünden çok zaman kaybettiğim bir yana, arnavut kaldırımı yolda kullanmak da mümkün olmadı. Neyse, yarış uzun, işe yarar daha…
Sonrası yarışın en kolay ve güzel kısmı. Ormanlık arazide, dere kumu gibi tozla döşeli yumuşak zeminde, nispeten düzlükte Göremeye kadar gidiyoruz. 34 km oldu. 4 saat 32 dk.
Yokuşlar dik değil. İnişler de zorlamıyor. Ancak sonraki bölümlerde benim bacaklarımın arkasında yaygın titremeler başlıyor. Çıkarken sol uyluk iç kısmı öyle acıyor ki, nefesimi kesiyor. İnerken de hiç ummadığım yerlerde geriliyor, bir sonraki adımı atmamı riske atıyor. Yavaşlamasam yuvarlanmak üzereyim kayaların üzerine. Sekerek duruyorum.
Elimdeki magnezyumları alıyorum. Tuz tableti içiyorum. Ağrı kesici yutuyorum. Uzun uzun gerdirme yapıyorum. Azalıyor ama düzelmiyor. Devam edebilecek miyim acaba…
“TİMŞEL”
Senarist Rhonda Byrne’ın geçen gün okuduğum yazısı geliyor aklıma.
“Asıl soru devam edip edemeyeceğiniz değil, bundan keyif alıp almayacağınızdır.”
Hala keyif alıyorum.
Gidebildiğim yere kadar devam…Alabileceğim kadar keyif benim…
Bu sıralarda birlikte yol aldığımız Uğur arkada kalıyor, sakatlığı nüksediyor, maalesef yarışı yarım kalıyor. Az sonra ise önümde birlikte geldiğimiz diğer 63 yarışçısı Yüksel Pekdüz’ü görüyorum ileride. Yetişmek için hızlanmamla birlikte sağ baldırım dev bir kütle halinde kasılıp beni yere atıyor. Hemen kalkıp gerdirip krampı çözüyorum.
Devam ediyorum ama yavaşlamak zorunda kalıyorum. Bu sırada farkediyorum ki, topuğumdaki yara yüzünden koşu stilim biraz değişmiş, burunlara fazla yükleniyorum. Topuğun acısına katlanıp kısmen taban basmaya gayret ediyorum.
Bu şekilde sarsak ve kararsız giderken arkamdan gelen Ümmü Nihal hanım uyarıyor. Kalfin ileri derecede şiştiğini söylüyor. Diyemiyorum bu inmiş hali diye. Kendisinden iki magnezyum daha alıyorum. Buradan da teşekkürlerimi sunuyorum.
Hemen yanındaki Enver bey de sağolsun tuz ve ağrı kesici teklif ediyor ama elimde var onlar. Biraz daha gerdiriyorum. Nispeten koşacak hale geliyor. Düz kısımlarda yavaş tempo ilerliyorum.
Azalsa da yaklaşık 5-10 dakikada bir kasılma uyarısı geliyor, hemen yürümeye geçiyorum, olmazsa durup gerdiriyorum.
Bu şekilde 47. km’ye ulaşıp Çavuşin CP’ye geliyorum. 6 saat 36 dak. oldu. Burada Yüksel ile tekrar karşılaşıyoruz. Onun da hafif krampları başlamış. Birlikte çıkıyoruz. Hafif rakım almaya devam eden milli park arazisini birlikte geçiyoruz. Böyle çok daha keyifli oluyor. “Evvel Refik, bade’l tarik” der Araplar. “Önce yoldaş, sonra yol.”
Magnezyumlar ve koşu stilimi değiştirmem biraz fayda ediyor. Kramplar azalıyor. Çıkışlarda büyük sorun yok ama inişlerde hala ses geliyor, uyarı veriyor. Güzelim ayakkabının hakkını tam veremiyorum. Ne zaman yokuş aşağı hızlanıp 20-25 kişiyi geçsem, kalflerde titreşimler başlayıp beni yavaşlatıyor.
“TİMŞEL”
Ne diye aklıma gelip duruyor.
Nereden olacak. “Cennetin Doğusu” kitabını yeni okuduğun için olabilir mi. Kitabın son sözüydü bu.
“TİMŞEL”
Bir süre sonra Akdağ tırmanışı başlıyor. İlk 1 km’de 200 metreden fazla yükseliyoruz. Çıkışlarda daha rahatım. Yüksel biraz arkada kalıyor. 53’ncü km’deki Akdağ CP’sinde biraz oyalanıp bekliyorum. Göremeyince devam ediyorum. Zaten yollarımız yakında ayrılacak. 8 saat geçmiş bu arada.
Bir süre daha tozlu arazide, teknik sayılmayan bir parkurda gidiyorum. Kramp atakları azaldı ama kaslara verdiği hasar canımı yakıyor. Ayrıca tekrarlayacak diye korkuyorum. Asfalt yola ulaşıp sol yanındaki Ürgüp Cp’ye vardığımda 62 km olmuş. 9 saat 21 dak. dayım. Saat 16:21. Drop bag istasyonu burası. Kısa bir molayı hakettim.
O kadar yavaşım ki, terleyememişim bile. Yedek giysilere dokunmuyorum. Yol boyu istasyonlardaki masalar çok yeterli. Çok az yiyeceği yedekte tutuyorum, gerisini bırakıyorum.
Erişte var. Çok iyi gidiyor. Çorbayı ise içemiyorum, alıştığım bir çorba çeşidi değil.
Bu arada işaretlemelerin uluslararası bir yarışa yakışır kalitede olduğunu söylemeliyim. Her ne kadar bazı şikayetler duysam da, çoğu şiddetli rüzgarın dallara dolayıp görünmesine engel olduğu işaretler.
Hava kararmadan gidebildiğim kadar ilerleyeyim hissiyle yola çıkıyorum. Karanlıktan hala biraz çekindiğim doğru ama korkmuyorum. Sadece onunla savaşıyorum ve daha çabuk yoruluyorum. Asıl düşmanım dövüştüklerim değil, korktuklarımdır. Bunu biliyorum. Karanlık düşmanım değil.
Kısa bir yokuşu tırmanıyoruz. Sonrasında akıl almaz diklikte bir iniş var. Tutunacak hiç bir şey yok. Çıplak, devasa kaygan bir kaya. Herkes oturup su kaydırağından kayar gibi iniyor, üst baş biraz hasar alıyor. Yükseklik korkusu gibi çarpıntı geliyor bir an.
“TİMŞEL”
Ne demekti bu.
“Olacaksın” demekti İbranice.
“İyi olursan yüzünü kaldırırsın. Kötü olursan günah kapına gelir. Ama sen ona hakim olacaksın. “
Ne güzel bir haberdi bu. Başarılı olacağım demek ki… Kendime cesaret veriyorum. Ayakta inmeyi deniyorum. Gerçekten bu ayakkabılar burda bile tutunuyor. Ara ara yan basarak adım adım iniyorum.
Bir süre hafif inişli çıkışlı patika ve köy yollarında giderek, ara ara Damsa çayına bağlanan dere yataklarından geçerek, önce Mustafapaşa kasabasına, sonra yaklaşık 76. km’de Damsa istasyonuna varıyorum. 12 saat oldu. Akşam 19:00. Hava kararıyor, kafa lambasını yakıyorum.
Yol düzeliyor biraz. Hafif koşular yapıyorum ama çok uzatamıyorum. Bacaklarım ciddi hasar görmüş. Ayrıca 3 hafta önceki yarışın yorgunluğu quad’larda etkili olmaya başladı. Bıraksam da olurmuş herhalde Ürgüp’te. Neyse… Geçti artık. Onca yol dönülmez.
80 km olduğunda ilk büyük tırmanış başlıyor. Yer gök toz içinde. Bileklerime kadar un gibi toza batıyorum. Bu toza hayranlıkla bakıyorum. Tarihi eser gibi geliyor bana. Batonu yere vurmaya çekiniyorum.
60 milyon yıl önce Erciyes (Argeus) dağının volkanik patlamasıyla araziye dolan ve zamanla nispeten yumuşak bir kütle oluşturan küller, milyonlarca yıldır burada bekliyor. Rüzgar ve yağmur erozyonu ile olağanüstü güzel şekiller alan bu yapıların kıymeti kesinlikle benden fazla.
Aklıma komik anılar geliyor.
Bölgenin adının Kapadokya olmasından rahatsız olan, Yunanca diye değiştirmeye kalkan darbeci generaller, fotoğraf sanatçısı Ozan Sağdıç tarafından zarif bir çalımla ekarte edilmişlerdi. Hemen bir belge uydurmuş, bu ismin Persçe “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelen “Katpadukya”dan türediğini açıklamış, generalleri kandırmıştı.
Sonraki yıllarda kimi bilerek, kimi bilmeden o kadar çok yetkili bu adlandırmaya destek oldu ki, bir süre sonra düzeltmenin bile imkanı kalmadı. Artık okul kitaplarında bile güzel atlardan bahsediyoruz.
Bir yandan düşünüyor, bir yandan karanlıkta dik yokuşu tırmanıyorum. Yükseldikçe hava soğuyor. Zirveye vardığımda 1600 metredeyim. Uzun kollu üstü giyiyorum.
İniş koşuya müsait. Ters zamanıma gelmese, hızla inmek işten değil. Ancak bacaklarım dayanmıyor. Birkaç yüz metre sonra kramp uyarıları geliyor. Yeniden magnezyum, tuz hapı ve ağrı kesici alıyorum.
Yokuş bittiğinde Taşkınpaşa istasyonuna varıyorum. 87 km. 14saat 30 dakika. Saat 21:30. Suyun çoğu duruyor. Sadece bir soda içiyorum. Elime bir kek alıp yiyerek hemen çıkıyorum. Koşamıyorum ki yorulayım da dinleneyim.
Aynı yol ve tepeden bir tane daha var. Ancak bu sefer sol uyluk sorun çıkarmaya başladı. Beni kitliyor sık sık. Bıktırdı artık. Sinirleniyorum. İstasyon 2 km geride. Geri git bırak diyor şeytan.
“TİMŞEL”
Evet. Timşel.
Olacak. Bir müjde bu.
Sonra kitabı yeniden hatırlıyorum. İbraniceden İngilizceye bir çeviri hatası olduğunu anlatıyordu Lee. Olacaksın şeklinde bir haber değil, “Ol” şeklinde bir emirdi.
“Başarılı ol”
“İyi olursan yüzünü kaldırırsın. Kötü olursan günah kapına gelir. Ama sen ona hakim ol. “
Peki…. Öyle yapalım…
Devam ediyorum.
Yokuşu yarıda bırakmamak için yavaşça çıkıyorum. Kaslarımı zorlamıyorum. Yine de ciddi acıyor. İşin güzel tarafı önümde ve arkamda kilometrelerce yanan kafa lambaları. Kendimi güvende hissediyorum. Takılsam da bir yardımcı bulabilirim.
Ay tozu gibi yüzeyde adım adım yükseliyorum. Yükseldikçe hava daha da soğuyor. 90’ncı kilometrede 1300 metreden 1600’e tırmanıyorum, zirvedeyim. Hava buz gibi.
Hemen inişe geçilecek diye kalmış aklımda. 7 km sonra hala 1500’lerde olunca artık dayamıyorum, yağmurluğu da giyiyorum. Oldukça faydası oluyor. Yine de rüzgar etkili ve soğuk yükseklerde. İliğime işliyor soğuk.
Neyse, yine koşulabilir güzel bir yoldan hızlı bir inişle 1250 metreye inip Karlık istasyonuna giriyorum. Tam 100 km. 17 saat. Gece yarısı olmuş.
Bir şey yemem ve içmem mümkün olmuyor. Kenarda kusanları görüyorum. O kadar kötü değilim ama zorlarsam ne olacağı belli olmaz. Kalan yolu jel ile gitmeye karar verip hemen devam ediyorum.
Ben yolda yavaş giderken gelip geçenleri genellikle istasyonlarda yakalayıp önlerine geçiyorum. Yorgunluk yok ama bacaklardaki sızılar katlanılmaz oldu.
Birileri bırakacaklarından bahsediyor. Tamam diyorum. Bırakayım. Yeter artık.
Bu sırada telefon çalıyor. Yolda olsam açmazdım ama hazır istasyondayken bakıyorum.
Arayan Özgür. “Üçüncü sıradasın abi. Arkandaki 7-8 dakika geride” diyor. Gerçekte 28 dakika demiş, ben 7-8 anlamışım.
Birden salınan adrenalinle canlanıp fırlıyorum. Biraz da ısınıyorum.
Daha 500 metre gitmeden yolda iki genç yarışçı ile karşılaşıyorum. Yere doğru bakıyorlar.
“Bir şey mi düşürdünüz” diyorum.
“Yok abi, baksana suya, geçecek yer arıyoruz” diyorlar.
Şimdi ben de çekinsem, kendime biçtiğim “Ben bu yaşta yapıyorsam, sizler haydi haydi yaparsınız” misyonuna uymayacak. İçimden emir veriyorum kendime.
“TİMŞEL”
Giriyorum diz boyu suya. Hızla giderken belime kadar da sıçratıyorum. Su damlalarını sayabiliyorum tek tek. Ateş gibi yakıyorlar değdikleri yerleri. Titreme basıyor, yürüyemez hale geliyorum.
Tek çaresi hızla koşup vücudu ısıtmak. Artık bacaklarımın ağrılarını düşünmüyorum. Koşabildiğim hızla gidiyorum. Sonra yeniden yokuş başlıyor.
Acıya dayanamayıp biraz yavaşlıyorum. Ancak kasılmaların da kaybolduğunu farkediyorum.
Acaba soğuk kramplara ilaç gibi mi geldi. Gerçi bir kaç istasyonda sprey falan kullanılmıştı ama hiç faydası olmamıştı.
Yine de ayaklarımın soğuktan uyuşması hoş değil. Parmaklarım sızlıyor.
Bir süre sonra bu son yokuş da bitiyor. İnişe geçiyorum. Artık koşabilirim diye de sevinçliyim. Kramplar kesildi ya…
Gel gör ki her şey ters gidiyor. Yarışın en ciddi teknik inişine geliyoruz. Bir çok kez kuyruklara takılıyorum.
Kazasız belasız bitiyor burası da. Sonunda Taşocağı istasyonuna varıyorum. 20 saat olmuş. Gecenin 03’ü. 110 km’deyiz.
İstasyondan sonra 100 metrelik bir çıkış daha var. Teknik değil. Yavaşça çıkıyorum. Sonrasında yola kadar iniyoruz.
İşte bu kadar. Sadece 2 km kaldı. Şehrin içindeyim. Dümdüz yollardan gidip bir an önce ayaklarımı dikmek istiyorum. Resmen titriyorlar artık. Ayakta bile zor duruyorum. 3 hafta ara ile iki dev yarış bana ağır geldi.
Kendimle dalga geçiyorum artık.
“Benim bir hayalim var” diyen ıstakoza ne demişti Sünger Bob?
“Benim de böbrek taşım vardı. Tedavi oldum geçti”
Yarış bitti, kafa yapmaya başladım. Yalnız şu çok yukarıda bir şey parlıyor. O ne ki?..
Yok artık. Şehir içinde bir dağ daha yok ya. Kim bilir nedir. Araba reflektörü falan mı düştü ki oraya.
Caddelerde ilerliyorum. Yol düz sayılır. 1 km kaldı. Şükür sonunda bitiyor.
Yalnız şu yukarıda parlayan ne ya. Bu kadar mı benzer bizim işaretlere.
Ama mümkün değil. Minareye çıkacak değiliz ya.
Derken dar bir bina arasına geliyorum. İkili işaret var. Buradan araya gir demek. Yukarı doğru bakıyorum. Şapkam olsa düşecek başımdan, öyle yukarı bakıyorum. Bir sonraki işaret minare boyu yüksekte. Daha sonraki ise ondan da bir minare boyu yüksekte.
Oturuyorum yere. Bunu beklemiyordum. Buraya çıkamam. Gerçekten çok dik. 20 katlı binaya dışarıdan merdiven dayamışsınız gibi dimdik.
Bir tokat atıyorum yüzüme.
“TİMŞEL”
Biraz daha ayrıntı hatırlıyorum kitaptan.
Lee iki çeviri arasındaki farka takılıyor. İbranice bilenlere danışıyor ve gerçeği öğreniyor.
Timşel aslında, ne “olacaksın” şeklinde bir haber, ne de “Ol” şeklinde bir emir.
“Olabilirsin” demek.
“İyi olursan yüzünü kaldırırsın. Kötü olursan günah kapına gelir. Ama sen ona hakim olabilirsin.“
Bu ne bir müjde, ne bir emir. Sadece sana sunulmuş bir seçenek. Kendi seçimin. Ne kaderinde yazıyor, ne de sen bir başkasının emriyle yapıyorsun. Kendi kararın.
Kendime hakim olabilirim. Batonlara dayanıp yukarı tırmanmaya başlıyorum. Ne kadar zaman geçiyor, ne kadar zorlanıyorum, yol nasıldı, hiç bir fikrim yok.
Sadece tırmanış bittiğinde karşımda Uğur ve eşi Hülya’yı beni bekliyorken buluyorum.
“Bitti” diyorlar. “Az bir iniş var sonra bitiyor.”
Diskalifiye olurum korkusuyla bana dokunmalarına engel oluyorum. Titriyorum soğuktan, yine de verdikleri ceketi almıyorum.
Sonunda finişe varıp madalyamı, drop bag’imi alıyorum. Yemek koyuyorlar önüme, dokunamıyorum bile. Çay teklif ediyorlar, düşününce bile midem kalkıyor.
Sadece ateşin başına geçiyorum. Biraz nefeslenmek ve ısınmak istiyorum.
Hemen arkasından ateşin içinde bir küçük patlama oluyor. Alnıma, burnuma küller geliyor. Dumandan da rahatsız oluyorum. Otele gidiyorum.
Sabahın 05’i zaten. Kullanılan malzemeleri kabaca temizleyip yerleştirme. Hemen arkasından duş. Sonrası derin bir uyku.
Sabah arkadaşlarım kahvaltıyı odaya getiriyorlar. Zorla kaldırıp törene götürüyorlar. Yaş grubunda üçüncü olmuşum. Zaten 7 kişi katılmış, dördü bitirmiş benim yaş grubunda.
Özgür de yaş grubu üçüncüsü ama, onun yaş grubunda ilk 20’’ye girmek bile başarı. Genelde 7. sırada. Hepimiz gurur duyuyoruz.
Otele dönünce elime telefonu alıyorum. Haberlere bakıyorum. Ne zamandır günlük hayattan uzaktayım.
İlk anda görüyorum. Grizu patlaması. 41 madencimiz hayatını kaybetmiş.
Bir an için utançla kızarıyorum. Az önce neşeyle kutlama yaptığımız geliyor aklıma.
Aynaya gidip yüzümü yıkamak istiyorum. Burnumda ve alnımda yanık izleri var. Dün ateşteki çatırdamayı hatırlıyorum.
Ben ateş sıçradı sanmıştım alnıma. Oysa bir madenci tükürmüş suratıma.