Yurt dışı koşuları/yarışları

Ben de bir ekleme yapayım,

İznik Ultra ile karşılıklı birbirlerine katılım ödülü verdiler oradan tanıdık. Ali Kansu bu sene koştu hatta yarışı.

Makedonya’da olduğundan düşünülebilir.

6 Beğeni

@ominal Biz de geniş bir grup olarak koştuk bu yıl. Aşırı sıcak bir havada başlayan yarış zirvede fırtına ile bitti. Butik şirin bir yarış. Beklediğimizden fazlasını bulduk ve çok eğlendik.

Makedonya gezmek için de güzel bir ülke. Özellikle zamanı bol tutup birkaç gün Ohrid gölüne yakın bir otelde kalıp keyfini sürmek gerek. Ohrid kıyısındaki tarihi manastır bahçesinden göle girilebilen harika bir plajı var ve burada yüzmek çok keyifli. Suyun dibini görebileceğiniz ender temizlikte bir göl.

4 Beğeni

Paylaşim için tesekkurler, güzel detaylar olmus hepsi

2 Beğeni

Herkese selam. Laverado, ıstra ve mozart üçünü radarıma aldım. Bu yarışlar hakkında öncelik olması açısından tercihlerimiz ne olmalıdır.

Eiger Ultra’yı da düşünebilirsiniz, Utmb yarışı olarak. 100 km mesafesi için çekilişe girmeniz gerekiyor, hatta yarın gece son buluyor çekilişe katılımlar. Diğer mesafeler için kayıtlar da 9 Kasım sabahı açılacak.

1 Beğeni

Laverado kurası ilk etapta bitti bildiğim kadarıyla. @nkoner girmişti kuraya.

2 Beğeni
  1. Kurada çıkmadı, 2. kuraya kaldık.
2 Beğeni

Son yıllarda vize işi iyice piyangoya döndü. Ya tutarsa hesabi ya vize verirlerse. Siyaseti bir kenara bırakırsak, spor faaliyeti icin gidiyorum dediğinizde birazcık da olsa hala adamlar yumuşuyor.

Klasik vize evrakları olan maas bordorsu, calisma yazisi, sgk hizmet dökümü, euro veya dolar hesap dökümü, yarış kayit belgesi yanında daha önce Türkiye içinde koşup bitirilen yarışlarda mesela İstanbul maratonunda verilen resmi sonuç belgeleri de evraklar arasina koyulabilir.

Biz elimizden geldiğini yaptiktan sonra bunun dışında o gün vizeye onay kaşesi vuracak memurun sabah yatağın iyi tarafindan kalkmasi icin dua edeceğiz.

4 Beğeni

Eurosportta birkaç hafta önce sanırım golden world trail series’de onca yarış sonrası bir koşucu toplamda 3. oldu.Bu kuzey Afrikalı arkadaş ABD’de düzenlenen 2 etap için vize alamamış.
Gerisini düşünmüyorum bile, adam profosyonel koşucu.

4 Beğeni

Chianti Ultra Trail 2024

“Houston. We’ve had a problem here…

(Houston. Burada bir sorunumuz oldu…)

Apollo 13 astronotu John Swigert’ın umutsuz sesine, Houston’dan mesajı tekrar eden, soru vurgulu şaşkın bir cevap geldi.

Komutan Jim Lovell mesajı tekrarladı.

“Houston, we’ve had a problem”

Arkasından başlayan bir telaş, sonrasında hızlı toparlanma, soğukkanlı bir destek, yer ve uzay arasındaki inanılmaz uyum ve cesaret. Tarihin en başarılı fiyaskosu.

Apollo 13 görevi…

Aya yapılan 3. insanlı iniş denemesi. Uzay boşluğunda patlayan bir geminin enkazını dünyaya geri getirme çabası.

Temel sorun ise enerji olmaması.

“Enerji her şeydir”

Aklımda Apollo 13 filminden bu sahne geliyor. Patlayan oksijen tankı nedeniyle enerji üretimi duran uzay aracı, kalan enerji ile Dünya’ya geri dönme uğraşında. Neredeyse umutsuz bir durum.

Genç bir mühendis, NASA yetkilisine durumu açıklamaya çalışıyor.

“Her şeyi, ama her şeyi, bilgisayarı bile kapatmak gerekiyor. Üstüne ay modülünde kalan bir miktar enerji komuta modülüne aktarılabilirse, Ay’ın çevresinden çok az bir manevra yeteneği olan, bu iş için üretilmemiş ay modülünün motorlarıyla dönüş güzergahına girilebilirse, pencereden görünen güneş ve dünyayı hiza alarak, körleme ve hesap yapmadan uygun bir açıyla dünyaya yaklaşılabilirse, soğuktan donmuş bilgisayar atmosfere yaklaşıldığında yeniden açıldığında çalışabilirse, bizler bu arada normalde yazılması 2 ay süren yeni programı 2 gün içinde düzgün şekilde yazabilirsek, eğrilen anten nedeniyle gidip gelen iletişim sorun çıkarmazsa, patlamada ısı kalkanı hasar görmemişse, ekip elemanları soğuktan ve susuzluktan ölmezlerse, bir ihtimal mürettebatı kurtarabiliriz.”

“Yaşam sistemlerini tam kapatmasak, bari biraz ısıtsak olmaz mı. Eksi 200 derecede sağ kalamazlar”

“Hayır. Her ampere ihtiyacımız olacak. Atmosfere giriş açısı, ancak kalan bu son enerjiyi bilgisayara vererek bulunabilir. Başka enerji yok. Tekrar hatırlatayım… Enerji her şeydir.”

Bakıyorum dizi dizi keklere, kurabiyelere, enerji barlarına, solüsyonlarına. Masalar şarap peynir partisi gibi. Millet kapış kapış götürüyor. Şarabı şişeyle dikenler bile var.

Ben ise suya bakıyorum. Kararsızlık içindeyim. Susuzluk dert, ağzım burnum kurumuş ama, bulantım çok. İçmeye korkuyorum. Çıkarırsam daha da beter olurum.

Bardağa biraz su dolduruyorum, 3 yudum içiyorum, o kadar. Fazlası gitmiyor.

Bir peynir parçası alıyorum elime. Evirip çeviriyorum. Bir türlü ağzıma atamıyorum.

Oysa enerji gerekiyor bana acilen. Enerji her şey.

Uzay boşluğunda enerjisiz kalmış astronotları düşünüyorum. Böyle çaresiz mi hissetmişlerdi…

Yok artık. Şimdi de astronot mu oldun başımıza. Açık denizde batmakta olan bir tekneden son anda kurtarılmışlığım var ama, yine de onların hislerini anlamak çok zor.

Ne beklentilerle gelmiştim oysa Chianti Ultra Trail yarışına. 73 km’lik bir parkur. 16 saat cut-off süresi. 2850 metre tırmanış. 375 metre ile 900 metre arası rakım. Çok kolay görünen bir parkur. Bitirene UTMB de 3 taş veriyor. Beni de bu kolay kazanılacak 3 taş cezbetmişti zaten.

Benim için aynı zamanda bir kültür ve gastronomi gezisi olacak. Gerçi bölgenin kentlerini ve iri kasabalarını daha önceleri de gezmiş görmüştüm. Bu sefer ise gitmişken Toskana vadisini gezme, köy hayatını görme, üzüm bağlarında yerel yemekleri tatma gibi amaçlarım var.

Yarış, 23 Mart Cumartesi günü, sabah 06:00’da başlayacak. Bir hafta öncesinden geliyorum.

Yarışa en yakın şehir merkezi Floransa. Ancak bu şehrin havaalanına ülkemizden sefer yok. Yakın şehirlerden aktarma yapmak gerekecek. Roma, Milano, Venedik gibi.

Ben Bolonya havaalanını tercih ediyorum. Hem Floransa’ya daha yakın, hem de Bologna havaalanı ile, merkez tren istasyonu arası ulaşım çok kolay.

Havaalanının hemen çıkışından 5€ vererek, servis otobüsü ile şehir merkezine gidebilirsiniz. Bunlarla ulaşım 40-50 dakika sürüyor.

Taksi ise 20 dakikada şehire ulaşıyor ve yaklaşık 25-30 € tutuyor. 3 ve daha fazla kişi olunca avantajlı.

Marconi Express isimli monorail hava treni ise, tek yön kişi başı 12 € ücretle, 8 dakikada Bolonya Centrale tren garının burnunun dibine bırakıyor. Bunu tercih ediyoruz eşim Aysun’la.

Bologna Centrale ile Floransa Santa Maria Novella tren istasyonları arasında hızlı tren seferleri var. Biletleri biraz erken alırsanız, 25€ kadar fiyatla Business Class ile, kurabiye, kek, su, sıcak ve soğuk, hatta alkollü içecekler ikram edilen dev koltuklarla yarım saatte varıyorsunuz.

Floransa’ya inince otelimiz tren istasyonuna yürüyerek 6-7 dakika. Özellikle buradan aldım. Diğer şehirlere geziler, çevre turları, araba kiralama şirketleri falan hep bu bölgede.

Zaten Floransa çok küçük bir şehir. Nüfusu 350.000 kadar. Gidilecek hemen her yer yürüme mesafesinde. Önemi ise sanat ve kültür merkezi olmasında. İtalyan Rönesansının doğduğu yer.

Leonardo da Vinci ve Michelangelo bu şehirde yetişmiş. Aslında Dante de bu şehrin sanatçısı ama, 35 yaşa yolun yarısı diyen biri ile ilgimi kesmek zorundayım. Ya da yolun sonunda olduğu kabul etmem gerekir.

Yaşlılıkla bir derdim de yok aslında. İnsanları yaşlandıran yıllarca yaşamış olması değildir. İnsanlar, hangi yaşta olursa olsun, kendi fikirlerine ihanet etmeye başladıklarında ihtiyar olurlar.

İlk 2 gün daha çok gastronomi (hayır, astronomi değil, gastronomi, yani tıkınma…) gezileri derdindeyim. Sokak yemekleri çok ilgimi çekiyor. Otelin açık büfesinden yer kaldığı kadarıyla tabii.

Gün boyu hop-on-off otobüsle bir yandan o saray, bu kilise, şu bahçe dolaşırken sokak ve küçük dükkan yemeklerini tadıyoruz. Akşamları ise yerel halkın da gittiği yerleri arıyorum.

Gözünün önünde makinadan geçirilen tagliatelle, fettuccine ve orada katlanan ravioli’ler. Karman çorman pizzalar. Alfredo soslu penne’ler. Sosisli Risotto’lar.

Bir gün de Venedik gezisi yapıyoruz eşimle. Aynı hızlı tren sistemi ile çok rahat oluyor. Oranın pizası, buranın bruchettası, şuranın spritzi derken abartmaya başladığımı da fark ediyorum yavaş yavaş.

Aslında yediklerimi bir süre sonra beğenmemeye başlıyorum. 5 yıldır merak sardığım aşçılığımda bunları ben de ellerimle yoğurup yapıyorum. Galiba daha da iyi beceriyorum. Mideme oturuyor bu garip hamurlar.

Sonraki gün müzeler günü. Sabah iyiyim önce. Güzel Sanatlar Akademisine gidiyoruz. Önünde yüzlerce metre kuyruk var. Sırayı atla seçeneği olan yüksek fiyatlı bir biletle ancak girebiliyoruz.

Herkes Davut heykelinin aslını görme derdinde. Oysa tıpatıp benzerleri bir kaç yerde dışarıda sergileniyor. Yanyana konsa, hangisinin gerçek olduğunu bilme oranı %50’yi geçebilir mi acaba… Yani yazı tura atmaktan daha iyi bir yüzdeye ulaşılır mı.

Ya da bir gün şakadan bir açıklama yapılsa, “Aslında müzedeki sahte, meydandaki gerçeğiydi” diye, inanma yüzdesi ne kadar olur.

Ne kadar heykel konusunda cahil olsam da, Davut heykeli gerçekten muhteşem. Rivayete göre heykeli bitirdikten sonra Michelangelo bir süre bakakalmış, heykelin canlanıp yürüyüp gitmesini beklemiş.

Ancak bu müzede galeriler dolusu, daha bir çok heykeller ve büstler var. Hatta bir kısmının yapımından bir nedenle vazgeçilmiş, yarım bırakılmış. Çok güzeller. Anlam verilmiş sanat eseri parçalar. Heykel sanatı çok bilgili olduğum bir konu değil ama, bakmaya doyamıyorum.

Çağına göre ihtişamlı bir yaşam sürmüş, seçkin kişilerin büstleri, bir galeride toplanmış. Ölümsüz olmak için büstlerini yaptırmışlar. Sanmışlar ki büst yaptırınca dünya var oldukça adları anılacak…

Boşuna uğraşmışlar. Hepsi sadece taş yüz. Artık kimseye aslı ile ilgili bir şey hissettirmiyor. Yapan sanatçıların kimlikleri öne çıkıyor daha çok. Çok değerliysen zaten heykelin yapılır.

Kendini değerli sanıp büstünü yaptırdıktan sonra, yüzlerce benzeri ile birlikte bir rafa konmuş herhangi bir taş yüz olarak, donuk ve bıkkın gözlerle hatırlanmayı beklemeleri hüzün veriyor.

Öğlen ara verdiğimizde, her zamankinin tersine, canım yiyecek hiç bir şey çekmiyor. Normalde doyma merkezim bozuk gibidir. Şimdi ise karnıma hava basılmış gibi gerginlik var. Sabah pastırma benzeri yiyeceklerin biraz tadına bakayım demiştim, muhtemelen dokundu.

Başkası yapsa “Yuh” derdim”.

“Ya, asıl geliş amacın koşu yarışı. Bilmediğin şeyleri neden yiyip içiyorsun. Hiç mi kafan çalışmıyor.”

Kendime bunları demiyorum tabii. Kıyamıyorum. Ama demek lazım.

Öğleden sonra Ufizzi Galerisine aynı şekilde giriyoruz. Özellikle Botticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu” tablosu hedefimizde. Mübareği en uzağa koymuşlar. Katları çıktıkça fenalaşıyorum.

Sonunda dayanılmaz bir bulantı başlıyor. Allahtan yanımızda bol miktarda poşet var. İlk anda çok işe yarıyorlar ama bitmiyor bulantı. Zor atıyorum kendimi tuvalete. Belki 20 kez, ciddi miktarlarda çıkarıyorum. Bir doktor olarak bile şaşırtıyor beni.

Sonu gelmiyor bir türlü. İnka kuyuları olsa dolacak sanki. Yüzüm sapsarı. Vazgeçiyorum müze gezisinden, otele dönüyorum.

1 km’lik yolu 3 molayla zor bitiriyorum. Akşamı yatakta 10 dakikada bir banyoya fırlayarak geçiriyorum. Gecenin 03’üne kadar belki 50 sefer oluyor bu. İyice susuz, aç ve halsiz kalıyorum.

Yanımda tuz tabletleri var. Alabilsem iyi gelecek ama bir yudum bile su içemiyorum. Elimde minik bir bisküvi var. 8 saat uğraşıyorum, çeyreği bile bitmiyor.

Aslında biraz serum takılsa bayağı faydası olur da, ne eczane serum veriyor, ne acil beni kabul ediyor. 10 dakika gecikti diye doktor dövenler, burada kesin cinayet işlerdi.

Saat 03:00’den sonra bulantı kesiliyor. Ancak suyu bile çok zor, bir iki yudum içebiliyorum. Aldığım tuz tableti biraz fayda ediyorsa da, oldukça halsizim.

Sabah olunca bakıyorum, biraz daha düzelmişim. Önceden kayıt yaptırdığım, ama geceki halim yüzünden gözden çıkardığım bağ ve şato gezilerine katılmaya karar veriyorum.

Akşama kadar taşrada süren gezi boyunca başka bulantı olmuyor ama, halsizliğim çok fazla.

Gittiğimiz yerlerde çok güzel ikramlar hazırlamışlar. Bakmam bile tehlike yaratıyor. Gördüğüm zaman bile çok acıyor. Hiç bir şey yiyemiyorum.

Ertesi gün, yani Cuma, kiraladığımız araçla Floransa’dan ayrılıyoruz. Yarışın başladığı yere yakın bir yerde konaklıyacağız.

Chianti yarışı çok güzel ama, büyük şehirlerden bir servis ayarlamamışlar. Oysa geçen sene katıldığım Nice Cote D’Azur ve Mozart 100 yarışlarında, servislerle kolayca ulaşım hallolmuştu.

Yarış, Radda in Chianti isimli küçük bir turistik kasabadan başlıyor ve aynı yerde bitiyor. 20, 42, 73 ve 100 km yarışlarının hepsi için geçerli bu.

Ancak kasabada ilk günlerden beri hiç konaklama imkanı yoktu. Son kalan 1-2 yer de geceliği 3.000 € gibi fiyat vermişti. Ben de 7-8 km ileride, küçük villa tarzında bölümlerle kalınan tatil köyü veya çiftlik benzeri bir tesiste yer ayarlamıştım.

Monaco gezilerinde yapılan, kenarları uçurum, dar dağ yollarında araba ile gezme etkinliğinin daha güzelini de burada yapıyorum. Manzaralar olağanüstü. Ancak sanki hala pandemideki sokağa çıkma yasağı devam ediyor gibi, ortalık çok tenha. Yollar bomboş.

Yerleştikten sonra Radda’ya gidip yarış kitimi alıp dönüyorum. Giysi ve zorunlu malzemeleri hazırlıyorum.

Akşam kaldığımız yerde yemekler güzel ama, elimi bile süremiyorum. Aşçıya rica edip, içinde çok az peynir olan bir al dente makarna yaptırıyorum. Çok güzel yapılmış ama, yine de pek azını yiyebiliyorum.

2 gündür hiç bir şey yiyemedim sonuçta. İyice halsizliğim artıyor. Yarışa katılma konusunda artık kararsızlık çekiyorum. Sabaha kadar biraz daha düzeleceğimi umarak erkenden yatıyorum.

Yarış günü, park yeri sorunu yaşamamak için sabah saat 04:00’te yola çıkıyorum. İyi de bir yer buluyorum. Sonra start alanına gidiyorum.

Herkes kısa kollu ve şortlu, kimse de soğuktan rahatsız görünmüyor. Bense titremekten bitap düşmek üzereyim.

Kan şekerinin düşüklüğüne bağlı soğuğa direncimin azaldığını anlıyorum. Son kalan enerjim de titreyerek gitmesin diye arabaya dönüp, aslında yarış sonu giymek için koyduğum, koşuya çok da uygun olmayan ağırlıkta, alt ve üst uzunları giyiyorum. O an için bayağı rahatlıyorum.

Elimdeki batonlar ağır gelmeye başlıyor. “Büyük ihtimalle yarışı terketmem gerekecek zaten, boşuna taşımayayım” diyerek arabada bırakıyorum.

Yarış tam saatinde başlıyor. En arkaya yakın yer almıştım. Niyetim yavaş başlamak, cut off süresinde bitiremeyeceğimi farkedersem ilk fırsatta terketmek.

3-4 km sonra, önümdeki, çevremdeki herkes durup beklemeye başlıyor. Öyle kalabalığız ki, (toplam 700 kişi başlıyoruz) ileride ne olduğunu, neden durduğumuzu anlayamıyorum.

Sonra aradan yol açarak ilerleyen iki gencin arkasına takılıyorum. Az ileride, iki yanda sıralanmış atletlerin aralarında geniş bir boşluk olduğunu görüyorum. Yaklaşıyorum.

Burada, 2 gün önce yağan şiddetli yağmur sonrası biriken su ile oluşmuş bir balçık alan var. Çevremdeki tatlı su ultracıları, iki kenardaki kuru alana basarak gitmek için sıraya girmişler. Ortadaki çamurlu alan bomboş duruyor.

İnanamıyorum. Hani yol koşucuları asfaltta ayakkabıları kaymasın diye yoldaki sulara basmazlar ama, patika koşucularının çamurdan kaçtığını ilk kez görüyorum.

Öndeki iki gencin peşinden çamura basarak geçip gidiyorum. Niyetim yokken belki 100 kişinin önüne geçiyorum.

10’ncu km’deki ilk istasyonda hala ciddi bir sorunum yok. 1 saat 3 dakikada ulaşıyorum. Yükseklik kazancı 150 metre.

Halsizliğim devam etse de bitkinlik başlamamış durumda. Ancak su içmeye çalışınca, içemiyorum. Yiyeceklere ise hiç bakamıyorum bile.

Elimdeki jellerden birini alayım diyorum, daha tadını aldığım anda çıkarmak zorunda kalıyorum.

İkinci seçenek olarak yanıma “Dextroenergy” tabletleri var. Bir tane alıyorum, ama ağzım o kadar kuru ki, çiğneyemiyorum. Bir iki yudum su ala ala zorla bitirebiliyorum.

Bu tabletlerin normalde saatte 3-4 adet alınması gerekir. Yarış boyunca saatte bir tane almaya çalışıyorum, olmuyor. Toplamda ancak 8 tane alabiliyorum.

Sonrasında yol hafif yokuşlarla devam ediyor. Yukarı doğru koşabiliyorum hala. Ultralardaki genel kuralımı uygulamaya koyuyorum.

“Yol hala koşulacak durumdaysa fırsatı kaçırma, koş. Çünkü az sonra inişlerde bile yürüyemeyeceğin yerler gelecek”

Ancak, o kadar debelenmeme rağmen, çok uğraşsam da fazla koşamıyorum. Yanımdan sıra sıra beni sollayıp geçiyorlar. Yine en sonlardayım.

  1. km’de olan 2. istasyona, 400 metre daha tırmanarak 2 saat 40 dakikada ulaşıyorum.

Bu sırada hava ısınmaya başlıyor. Yanıma biraz su ve su kola karışımı alıyorum. Yiyeceklere hiç bakamıyorum.

Sonrasında yol iyice bozuluyor. Dağlık alanlara ulaşıyoruz. Dere yataklarından, küçük çaylardan, zor tırmanılan kayalıklardan geçiyoruz. Ama manzara çok güzel.

Gerçi bizim Efes ve İda yarışlarında da kolayca görebileceğiniz manzaralar. Ancak çevre daha temiz ve düzenli. Hiç serbest köpek de yok.

37’nci km’deki istasyona 5 saatte varıyorum. Saat 11 olmuş ve hava çok ısınmış durumda. Toplamda 1350 metrelik bir tırmanış da yapınca, bayağı terliyorum. Üstümdeki uzunlardan bir an önce kurtulmam gerekiyor.

Alt ve üst uzunları çıkarmak kolay da, ayağımdaki ayakkabıları da çıkarıp yeniden giymem gerekiyor. Bu gerçekten zaman alıyor.

Ben bunlarla uğraşırken tren gibi bir yarışçı kafilesi geçip gidiyor yanımdan. Belki 50 kişi daha var artık fazladan önümde. Galiba en arkalardayım artık.

Çıkardığım ter içindeki giysilerin her birinin ağırlığı en az 1,5 kg olmuş. Belki yolda teri buharlaşır da hafifler umuduyla sırt çantamın arkadına olduğu gibi atıyorum. Maalesef hiç faydası olmadığını daha sonra anlıyorum.

Yine de uzunlardan kurtulmak beni biraz rahatlatıyor. Kola ve su karışımını da nispeten içebildiğimi fark ediyorum.

Düzlük bir yerde yavaş tempo koşarken bir an gözüm kararıyor. Düşeceğimi anlıyorum, hemen durmaya çalışıyorum. Ama daha yere çökemeden kısa bir an için kendimi kaybediyorum.

Bir kaç saniyede tekrar gözüm açılıyor. Sağımda yaşıtım bir yarışçı kolumdan tutmuş beni kaldırıyor. Sol dirseğim yanıyor. Elimi sürüyorum, biraz kan bulaşıyor. Su döküyorum üzerine.

Teşekkür ediyorum, sadece ayağımın takıldığını, iyi olduğumu söylüyorum. Yarışçı devam ediyor. Gözüm karardı desem sağlıkçıya teslim etmeden bırakmaz.

Bir kaç dakika bekliyorum, kolalı su içiyorum. Zorla bir tablet daha çiğniyorum. Gözüm iyice açılıyor. Yavaşça yürümeye başlıyorum. Yalnız yarışın sonuna kadar devam edebilecek miyim, kafama takılıyor.

Enerji alabilmeme bağlı. Enerji her şeydir. Uzun zaman içinde organizmam yağ yakmayı öğrendiği için aerobik koşuyla devam edebiliyorum. Ancak yağı yakacak kadar bile glikojen kalmazsa düşüp kalıyorsun.

Enerji her şeydir.

Bir yandan enerjimi toplamaya çalışıyor, bir yandan da enerji peşinde koşan Apollo 13 mürettabatını düşünüyorum. Dönmeye yetecek enerjilerinin kalmadığını öğrenince (henüz ay modülündeki amperlerin aktarılmasının yolu bulunmadan önce) ne düşünmüşlerdi acaba.

Apollo 13’te konuşulanların çoğu kayıtlı. Yalnız bir yer kafamı karıştırıyor.

Aya varmak üzereyken, 320.000 km uzakta oksijen tanklarından biri patlamış, patlama etkisi ile diğer tankın valfi bozulmuş ve enerji üretimi ile birlikte su üretimi de durmuştu.

Ana hizmet modülü devre dışı kalmıştı ama şans eseri komuta modülü ile ay modülü hasar almamıştı. Kalan enerjiyi korumak için tüm tüketim sıfırlandı, tüm sistemler kapatıldı. Ancak bilgisayarı tekrar çalıştırmaya yetecek enerji bile yoktu.

Ay modülünün cankurtaran sandalı olarak kullanılması düşünüldü.

Uzayda fren yapıp durmak ve geri dönmek şeklinde işlem yapılması pratikte mümkün değildi. Ayın çekimini kullanıp yörüngesinde bir tur atarak dönüşe geçebilirlerse ve Ay Modülündeki kalan 100 amper/saat kadar enerjiyi, ters bağlantı ile komuta modülüne aktarıp bilgisayarı çalıştırabilirlerse dünyaya belki dönebileceklerdi.

Yörüngeye yerleşmek ve düzgün açıyla ayrılmak gerekiyordu. Yapılan küçük rota ayarlamalarında ellerinde kullanabilecekleri tek çalışan cihaz, Omega firmasının uzay için özel tasarladığı saatlerdi. Tek yapabilecekleri ölçüm, süreyi bu saatlerle ölçmekti. O da olmasa hiç şansları kalmazdı.

Yörüngede dönme başladıktan bir süre sonra, Ayın karanlık yüzüne geçtiler. 15 dakikalığına iletişim kesildi. Yeniden telsiz bağlantısı kurulduğunda, komutan James Lovell şöyle diyordu.

“Beyler, sizi bilmem ama, benim niyetim eve dönmek”

Bu konu daha sonra sorulduğunda sözlerini şöyle açıkladı.

“John Swigert ve Fred Haise, sürekli resim çekiyorlardı. Ben de bırakın fotoğraf çekmeyi, dünyaya dönemezsek zaten banyo ettiremezsiniz. Eve dönmeye odaklanalım dedim”

Burası bana hiç bir zaman inandırıcı gelmemiştir. Hatta oyalansınlar diye fotoğraf çekimine devam etmelerini bile söylerdi bence.

Bu uyarı başka bir soruya karşı yapılmış olabilir. Bu konudaki fikrim ise tahminden öteye gidemez elbette…

Ama şimdi enerjisizliğimle baş etmeye çalışırken, ruh hallerini daha iyi anlıyorum.

Aya inme konusunda çok tutkulu olan Swigert, Ay’a o kadar yakından bakınca, bence Ay Modülü “Aquarius”ta kalan enerjiyi Ay’a inmek için kullanmayı önermiştir.

Dünya’ya dönmeleri çok mümkün görünmemektedir. Dönmeleri mümkün değilse, Houston ne diyecekti ki…

“Beyler maalesef dönemiyorsunuz. Ya atmosferden sekip uzaya sıçrayın, ya da hızla atmosfere girip yanıp yok olun. Tercih sizin” mi diyecekti.

Swigert da böyle düşündüğü için, yer istasyonuna inanmıyordu. Dönebileceklerini düşünmediği için “Muhtemelen dünyaya dönemeyeceğiz. Hiç olmazsa çalışan Ay Modülü ile Ay’a inelim, öleceksek de orada ölelim” demiş olmalı diye düşünüyorum.

Umutsuz bir durumda son isteğini yerine getirme çabası. Umudunu tamamen kaybetmiş birinin ruh hali.

Şu anda öyle iyi anlıyorum ki bu umutsuzluğu. Devam etmek için düşe kalka ilerlemek çok anlamsız geliyor.

Komutanın “Ben eve dönmek istiyorum“ çıkışı, ancak bu isteğe yönelik olabilir bence…

10 km sonraki istasyona 2 saatte varabiliyorum. 7 saat olmuş. 49’ncu km. Toplam 1850 metre tırmanış yapmışım toplamda.

Düşersem sorun çıkmayacağından emin olabildiğim yerlerde koşuyorum sadece. Yokuş aşağı ve çarşak yerlerde riske girmiyorum. Her an şekerim yine düşebilir.

Parkur da gittikçe kötüleşiyor. Ama zaten alışıldık bir şey bu. Dış ülkelerde gittiğim her yarışta böyle. İlk yarışlarda bu kadar sert parkurları beklemediğimden çok zorluk çekiyor ve geriliyordum. Artık bunu bekleyerek gittiğim için dert etmiyorum.

Uzun, çok uzun bir yokuş çıkıyoruz. Enerjimin tükendiğini anlıyorum ama, bir yandan da sürekli insanları geçiyorum. Ben kötüyüm ama, onlar daha kötü durumda galiba.

Sonunda 60’ncı km’ye ulaşıyorum. 700 metre daha tırmanıp 2500 metre toplam irtifa kazanmış oluyorum. Toplam 9 saat 10 dakika olmuş. Böyle devam edebilirsem, galiba hava kararmadan bitirebilirim. Ah biraz da bir şeyler yiyebilseydim.

Biraz uğraşıyorum ama yine bir şey yiyemiyorum. Tek alabildiğim enerji koladan. Glisemik endeksi düşürmek için seyreltip, insülini uyarmamak için minik yudumlarla içiyorum. Nadiren de maltodextroz tableti çiğneyebiliyorum.

Yokuş bir süre daha devam ettikten sonra iniş başlıyor. Çıkarken çoğu patika olan yollar, inişte sarp arazi haline geliyor. Hızlı yürümek bile mümkün değil.

Ara ara karşıma çıkan yollarda hızlanıyorum ve ilginç şekilde beni geçen az, benim geçtiklerim daha çok. Sonuncu olmaktan kurtuluyorum galiba. Biraz moralim düzeliyor.

Düzelmem ne yazık ki çok uzun sürmüyor. Yine şekerim düşüyor. Yoğun terleme içindeyim ve ciddi şekilde ağzım burnum kuruyor.

Bir bahçe duvarına oturup her yerimden boşanan terin azalmasını bekliyorum. Gözüm kararıyor yine. Zorlukla nefes alıyorum.

Enerji her şeydir, ve artık bitti. Sonunu kullandım. Buraya kadar. Hasta la vista…

Tek isteğim şuraya uzanmak, bir sedyenin beni alıp yatağıma götürmesi. Nabzım çıldırmış gibi.

Bir enerji tableti alıyorum, ağzım o kadar kuru ki boğazım tıkanıyor. Ağzımı suyla yıkayıp temizliyorum. Tutamıyorum suyu. Nerdeyse boğulacaktım.

Azıcık su içebilsem, kalan az yolu gidebilirim herhalde ama, içemiyorum.

Yürümeye mecalim kalmadığı bu anda bir karar vermeliyim.

Mücadele etmenin anlamsız olduğu fikriyle, Ay’a inip ölmeyi öneren, umudunu kaybetmiş John Swigert gibi bıraksam mı daha doğru olur, yoksa Jim Lovell gibi sonuna kadar savaşmaya devam mı etmeliyim.

Ölmek değil de, pes etme fikri beni çok geriyor. Henüz umudumu yitirmedim. Sürem oldukça, dinlene dinlene gider, sonunda bitiririm. Nabzım düzeldikçe gözlerimin kararması da azalıyor.

Bir süre bekleyince oldukça iyi hissetmeye başlıyorum. Artık kasları mı yaktı, karaciğerde yedek biraz glikojen mi buldu bilmem ama sistem bir yerlerden enerji aktarıyor.

Temkinli bir yavaş koşu ile iniyorum. Sandığımdan daha hızlı gidiyorum.

72’nci km’de destek yok, sadece süre kontrol noktası var. 11 saat 22 dakikada ulaşıyorum. Çoğu iniş olsa da, 300 metre daha çıkış yapmışım. Toplam irtifa kazancı 2800 metre olmuş. Saat 17:23.

Kalan son 2 km’de 100 metre daha tırmanıp 11 saat 42 dakikada yarışı tamamlıyorum.

Madalya takılıyor. Sonra beni yiyecek alanına yönlendiriyorlar. Hiç gitmiyorum bile.

Oturup sırt çantamı çıkarıyorum. Elime alınca inanamıyorum. Hiç bu kadar ağır olmamıştı. Yanıma basit bir kol uzatması alsaydım, fazladan bu 3-4 kiloyu taşımayacaktım.

Neyse… Sağ salim bitti ya, buna da şükür.

Durunca akşam serinliği vuruyor ıslak sırtıma. Yine titremeye başlıyorum. Kışı tişörtle geçiren ben, kan şekeri düşüklüğü yüzünden bu havada üşüyorum.

Acele arabaya gidip iyice ısıtıyorum. Otele ulaşınca Aysun’u, beni yemeğe götürmek için beklerken buluyorum.

Mümkün değil. Gidemem. Tek başına gidiyor.

Gece yarısından sonra uyanıyorum, biraz su içebildiğimi fark ediyorum.

Aman tanrım… İnsanın su içebilmesi ne büyük nimetmiş. Susuzluğum çok fazla ama, ancak 1 bardak içebiliyorum ve arkasından bulantı başlıyor, zorlamıyorum.

Sabah kahvaltıya gittiğimde, biraz peynir ekmek yiyebiliyorum. Elimdeki ekmeği öpüp başıma koyuyorum. Nasıl özlemişim tadını. Bir dilim bile bitiremiyorum ama, büyük bir aşama yine de.

Hastalar yiyemiyorum dedikçe kızardım. Allah’ın sopası yok. Şimdi anlıyorum ne hissettiklerini.

Yarış sonuçlarına bakıyorum sonra. 695 kişi başlamış, 655’i bitirmiş. Ben 473. sıradayım.

Yaş grubumda 17 kişi var, 8. olmuşum.

2 ay sonra yaş grubum değişecek ve 65-69 olacaktı. O yaş grubuna bakıyorum, yarış 2 ay sonra olsa, bu süre ile 2. olacakmışım. Eh bu halimle pek fena değil.

3 gün, hiç bir şey yemeden ve hatta içmeden, hasta halimle nasıl bitirebildim, ona bile şaşırıyorum. Tıpkı o metal enkazın 500.000 kilometre yolu sürüklenerek gelip sağ salim yere inmesine şaşırdığım gibi.

Gökdelenlerde 13. kat olmayan bir ülkede yaşıyorsunuz, ama bilim adamları inançları umursamamış. 12’den sonra 13 gelir diye gevrek gevrek gülmüş, görevin adını Apollo 13 koymuşlar.

Halk bundan rahatsız. Uzay gemisi ile ilgiyi kesmiş. Bilimle dinin çatışmasında taraf olmak istemiyor kimse.

Bilim adamları ise inatlaşmış. 11 Nisan 1970 günü, ateşlemeyi saat 13:13 te yapmışlar. İlk planları ise, 13 Nisan günü doğu saati ile saat 13:13’de Ay’a iniş yapmak.

Herkesin, hem mürettabatın, hem yakınlarının, hem de halkın aklında bir uğursuzluk kaygısı.

Sonsuzluk içinde ne yaşadıklarını hayal edin bir. Gemide rutin işleri yaparlarken, her an bir sorun çıkacak diye bekliyorsunuz. Kendinizi kurban edilmiş hissediyorsunuz.

Sonunda beklenen sorun başlarına geliyor. Uzay gemisi 300.000 km uzakta patlıyor.

“Houston. We’ve had a problem here.”

Fazla şaşırmıyorlar. Normal bir olayı haber verir gibi sakinler. “Demedik mi size, sorun çıkacak diye” der gibi. Sanki haklı çıktıkları için rahatlıyorlar. Sorun nereden gelecek diye beklemek daha zor.

Uzay boşluğunda, yüzbinlerce kilometre uzakta, paramparça olmuş bir enkazın içindesiniz. Başıboş sürükleniyor gibi dünyadan uzaklaşıyorsunuz. Hiç bir şey çalışmıyor. Enerjiniz yok, yardımcı cihazlar yok, suyunuz, yiyeceğiniz hatta oksijeniniz bile yok.

Enerji her şeydir. Enerji yoksa,hiç bir şeyiniz yok…

Yine de sonuna kadar savaşmayı tercih ediyorsunuz. Arka arkaya mucizeler gerçekleşiyor.

Ay modülünün motorları iyi çalışıyor. Ay yörüngesinde turunuzu atıp dönüşe geçebiliyorsunuz. Biriken karbondioksiti temizlemek için servis modülündeki filtreleri kullanmanın bir yolunu bulabiliyorsunuz.

Yolda pencereden dünyaya bakarak körleme tespit edilen açı denk geliyor, doğru yönde yol alabiliyorsunuz.

Atmosfere girerken Komuta Modülü kapakları düzgün kapanıyor. Ay örümceği ve servis modülü sorunsuz ayrılıyor. Bilgisayar kısa devre yapmadan çalışıyor. Aktarılan enerji ucu ucuna yetiyor. Telsiz sistemi dayanıyor. Alelacele yazılan yeni programda ağırlık hesabı hatalı, ay taşlarının toplanmadığı unutuluyor, ama sonradan biraz ağırlık eklenince yine de düzgün açıyı bulabiliyor. Isı kalkanları sağlam. Paraşüt sisteminde arıza çıkmıyor.

Umutsuzlukla vazgeçip Ay’a inseler, ölmeyi bekleseler, bu mucizeler başlamadan yok olacaktı.

İnatla devam ediyorsunuz, ve elinizde hiç bir şey yokken, yine de sonunda eve dönmeyi başarıyorsunuz.

Hiç bir şey yok diyoruz ama, ellerinde olan çok önemli bir şeyi unutuyoruz.

Komutanlarının başarmak için umudu ve inancı var. (Burada başkomutanınızı düşünün lütfen)

Jim Lovell eski bir savaş pilotu. İkinci Dünya Savaşı sırasında bir gece görevinde uçak gemisini kaybediyor. Okyanusta gece karanlığında gemiyi arıyor. Yakıtı iyice azaldığında, uçağın elektrik sisteminde birden arıza meydana geliyor. Tüm kokpit karanlıkta kalıyor.

Uçağın içindeki ışıklar sönünce, camdan baktığında su üzerinde yeşil parlak bir çizgi görüyor. Bunun büyük bir gemi geçtikten sonra ışık yaymaya devam eden planktonlar (yakamozlar) olduğunu anlıyor. Bu yeşil çizgiyi takip ederek kısa sürede uçak gemisine ulaşıyor.

Eğer elektrik arızası olmasa, belki gemiyi hiç bulamayacağını söylüyorlar.

“Hayır” diyor. “Sonuna kadar umudumu yitirmeden aramaya devam eder, yine bulurdum”.

“Enerji her şeydir” diyorlar ya… Aldırmayın… Doğru değil…

Enerji sadece tek bir şeydir. Olup olmaması sınırlı bir etki yapar.

Umut ve inanç ise her şeydir. Başarı onunla elde edilir.

Burayı sadece atletik değil, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, politik ve hayatın tüm diğer dinamikleri ile ilgili olarak okuyun lütfen.

“Umudunu ve inancını yitiren, her şeyini yitirmiş olur”

17 Beğeni

Müthiş, tebrik ederim :clap: :clap:

3 Beğeni

Fatih bey öncelikle tebrik ediyorum, yazınızı tek solukta keyifle okudum ve oraya gitmiş kadar oldum.

Bende Chianti 73k parkuruna kayıtlıydım fakat son hafta ceyeran eden bazı olaylar nedeniyle çalıştığım yerden ayrılamadım ve malesef DNS oldum.

Yazınız gerçekten roman tadında ve edebî eser olarak kitaplığımızda görmek isteriz.

Enerjiniz ve azminize hayran kaldım. Ayaklarınıza ve emeklerinize sağlık, yine de önce sağlık diliyorum.
Saygılarımla.

3 Beğeni

Usta yazarlar daha çok hayatın gerçeklerini, insanlığın sorunlarını,bizi bizi yapan değerleri sebep sonuç ilişkisi ile değerlendirenlerden çıkıyor. Tabi bunu da otobiyografik bir yaklasim ile yapmıyorlarsa birbirlerine paralel anlatımlarla destekliyorlar.
Sizin de bu yaklaşımınız tesadüf olamaz, sanırım deneysel üretimleriniz,belki de benim bilmediğim hayata geçmiş eserleriniz vardır. Zira doktorların içinden çok kaliteli öykü,hikaye veya roman yazarları çıkıyor yada denemelerine rastlıyoruz.
Bu sebeple ciddi bir emekle hazırlanmış ,büyük bir “enerji” harcanmış bu yazıya konu koşunuzu da, sonrasında üretiminizi de tebrikle alkışlıyorum.
Yolculuğunuza, yolda kalmayı başarmanıza değer katmışsınız. En önemlisi de bizimle paylaşma nezaketi göstermişsiniz ,ne mutlu.
Çok teşekkürler.
Bu arada belirtmek isterim ki forumda bir çok yazarımız mevcut, elbette kişisel fikrimdir bu.
Bir ayakkabı tanıtımı yada herhangi bir sağlık sorunu ile ilgili de olsa, belli bir düzende , bir sistem içerisinde, giriş gelişme sonuç düzleminde tuşlanmış harflerin bir araya gelmesi ile oluşmuş harika yazılar okuyorum. Herkesin ellerine sağlık.
Zira burası bir kütüphane. Bu kütüphanenin yaratıcısı ve destekleyicilerine de sonsuz teşekkürler.
Laf lafı açtı uzattıysam kusuruma bakmayın :woozy_face:
Sevgi ve saygılarımla.

9 Beğeni

“Hasta la vista” @fatihtosun, umut ve inanç nelere kadir olmuş. Yazılarınızı Zevkle takip edip okuyorum. Tekrardan tebrikler.

3 Beğeni

Annecy Yarı Maratonu

Fransa’nın Annecy şehrinde 1980 yılından beri düzenlenen yarışın maraton, yarı maraton, 10k ve 5k kategorileri mevcut. Yarı maraton ve 5k cumartesi günü, maraton ve 10k ise pazar sabahı start alıyor. İzin tarihlerimize uyunca Istria 42k arkasına bir de burada yarı maraton koşusu sıkıştıralım dedik ve 13 Nisan 2024 Cumartesi günü Annecy gölünün kıyısındaki 21k parkurunu deneyimledik. Koşudan ve şehirden birkaç not:

  • Şehir Cenevre’ye 45 km mesafede ve otobüs ile yaklaşık 1 saatte ulaşılabiliyor. Pegasus’un Cenevre’ye direkt uçuşları var.

  • Çevresi yaklaşık 38 km olan ve suyunun berraklığıyla bu büyüklükte gördüğüm en temiz göl unvanını rahatlıkla verebileceğim bir gölün kıyısında kurulu. İçinden geçen küçük kanallar ve üzerlerinde kurulu köprülerin etkisiyle olacak ki şehrin lakabı Alplerin Venedik’i.

  • Aynı zamanda Chamonix’ye de yaklaşık 90 km mesafede burası. UTMB yolcuğunu Cenevre üzerinden yapmayı düşünenler ister son antrenmanları yapıp dinlenmek, ister gezmek için şehri programına dahil edebilir.

  • Gölün çevresinin tamamına yakınında bölünmüş bisiklet yolu mevcut. Koşu sonrasında bisiklet kiralayarak (5 saati 15€) göl çevresini tam tur gezdik. Harika bir deneyimdi.

  • Koşulara kayıt için lisans veya sağlık raporu isteniyor. Fakat yalnızca Fransa tarafından verilen lisanslar kabul ediliyor.

  • Katılımcı sayısı fazla olmasına rağmen (Maraton bitiren sayısı 3873, yarı maraton bitiren sayısı ise 3986) Fransızlar dışında katılan sayısı oldukça azdı.

  • Kit dağıtımı için göl kenarındaki bir parkın oldukça geniş alanı kullanılmıştı. Cuma günü kitlerimizi aldık ve sponsorların stantlarını gezdik.

  • Yarış tişörtleri Türkiye’de üretilmişti.

  • 08:30’da başlayacak yarı maraton startı için 08:15’te alana geldik. Kayıt sırasında belirttiğimiz tahmini bitirme süremize göre tahsis edilen kapıdan start alanına girdik. Genel gözlemim herkesin göğüs numaralarında yazan kapı numaralarına uyduğu ve hiç kimsenin kalabalığı önlere doğru yarma çabasında olmadığı yönündeydi.

  • Start geniş bir cadde üzerinden veriliyor. Ancak starttan birkaç yüz metre sonra yaya yoluna geçildiği için kısa süreli bir dar boğaz oluşuyor ister istemez.

  • Koşunun neredeyse tamamı göl çevresini dolaşan bisiklet yolunda (10 git - 10 gel) geçiyor. Bu yönüyle kesinlikle hızlı bir parkur olmadığını belirtmem gerek. Ancak gerek doğasının güzelliği gerekse de hemen her noktasında insanların verdiği destek; özellikle son 700-800 metredeki sağlı sollu insan kalabalığı bakımından yarışın yaşattığı keyif çok iyiydi.

8 Beğeni

sanirim Fransa’daki yarislarin tumu icin saglik raporu sart… @aydantasdemir haftasonu Nice’de kostu (benim de cok kosmak istedigim bir yari maratondu pandemi oncesinde) o da benzer bir yorumda bulunmustu paylasimlarinda…

4 Beğeni

Evet Fransa’daki yarışlar için sağlık raporu şart. Yarış sitesinde bir şablon vardı. Doktor o şablonu yarışa katılmasında bir sakınca yoktur şeklinde imzalayıp onayladı sadece. Sisteme doktor formunu yükleyene kadar katılım kesinleşmiyor :slight_smile:

4 Beğeni

@erinc @aydantasdemir UTMB’nin yarış sayfalarında yazana göre; Fransız hükümetinin aldığı bir kararla, Eylül 2024 tarihinden itibaren sağlık raporu istenmeyecekmiş.

Kaynak: Q&A Runners infos Nice Côté d'Azur by UTMB Medical Certificate Başlığı Altında.

Following a recent change in French legislation, the medical certificate will no longer be required for races from September 2024 onwards, including the Nice Cote d'Azur by UTMB 2024. A health form may need to be completed a few weeks before the event. We will inform you as soon as we have more details on this new system planned for the 2024 season. Each runner must take responsibility for their own health and ensure they are in good physical condition in preparation for the event.

9 Beğeni

Kalori dolu vlog oldu ama eğlenceli bir Selanik gezisi oldu. Bu sefer 10 K ama Büyük İskender Maratonu’nu da koşmak nasip olur belki.

15 Beğeni

Yurtdışı yarışı Yunanistanda olursa
Koşu sonrası;

Hartis’den Manavis bulur, bir Konaki’de Trorbas içer, Kaiki’ye biner, kaisi yersiniz.
(Haritadan manavı bulur, bir konakta çorba içer, kayıka biner, kayısı yersiniz).
Karpuz bile aynı neredeyse aynı, Karpuzi.

(Recep İvedik izlerken akla gelenler)

Gerçekte nasıl? Türkçe konuşan Yunanlı, Anadolu göçmeni var mı? Spartatlonda olsun, Selanikteki yarış olsun?
Yada Almanya’da yarışta etrafınızda Türkçe konuşan moda tabiriyle yerel (!) halktan kaçı vatandaşımız?

3 Beğeni