Garmin Runfire Salt Lake Ultra Trail 2023

Başlığı açtım umarım ikinci bir başlık olmamıştır. Tuz Gölü çok fenaydı :slight_smile: Enteresan bir çekiciliği vardı. Biz 4x20 k takım yarışındaydık. Geri kalan her şeyi de vlog yaptım. İyi seyirler.

11 Beğeni

Bu da 2023 deneyim YouTube adresi @nkoner. :man_running::slightly_smiling_face:

2 Beğeni

Link kopyalarken olmuş, düzelttim. Teşekkür ederim.

1 Beğeni

Tuz Gölü Ultra 100 Mil 2023

Aniden, önümden son hızla yüzümü sıyırarak geçen trenden, son anda geri çekilerek kurtuluyorum. Biraz korkuyorum ama daha çok gören biri var mı diye utanma telaşı içindeyim.

Derin bir nefes alıyorum. Çevreme bakıyorum. Sağdaki evin önündeki çalılıklar kıpırdanıyor. Beyaz bir tavşan fırlıyor caddeye doğru. Hemen önümden geçiyor ve sol yanımdaki otobüs durağına giriyor.

Nereye gitti diye bakınıyorum. Göremiyorum.

Çok dumanlı ortalık. Sis var gibi. Bembeyaz.

Bembeyaz.

Kar gibi…

Değil…

Kar değil. Tuz bunlar. Kafanı topla.

Ne treni, ne otobüs durağı. Ne saçmalıyorsun. Çölün ortasında ne işi var trenin.

Biraz zihnim açılıyor.

Yine mi dalmışım. Hey Allah’ım. Kaçıncı bu böyle. En az üçüncü kez oluyor bu. Ama bu seferki en derin olanı. Sokak lambası değil onlar, işaret reflektörleri. Aç gözünü.

İyice uyanıyorum. İki gündür ilk defa üşüyorum. Saate bakıyorum, 24 derece. Enerjinin kırıntısı kalmamış vücudumda. En ufak rüzgar bile sarsıyor beni. Uyuyanın üstüne kar yağar derler ya hani…

Hadi eskiden oturduğum yerde nadiren içim geçerdi. Ayakta uyumak diye bir şey de duyardım arkadaşlardan ama hiç başıma gelmemişti. Yürürken rüya görmek de nereden çıktı.

Saate bakıyorum tekrar. Gecenin 2 buçuğu. 158’nci km. deyim. 2,5 km kalmış bitirmeye. Gelmişim finişe neredeyse.

İyi de artık net olarak görmem gerekiyordu finiş alanını… Kapkaranlık önüm. Nerdeyim ki ben…

Sağımda ve solumda çok uzaklarda yerleşim yerlerinin ışıkları görünüyor. Dün geceden dikkat etmiştim. Sağdakinin kesintisiz, soldakinin aralıklı olması gerek. Ama ters görünüyor.

Nasıl becerdim acaba uyurken geri dönmeyi bilmem ki… Ters yöne gitmişim bir süre. Umarım çok fazla değildir.

Düzeltiyorum yönümü. Karşıma çıkıyor parlak ışıkları ile drop bag istasyonu. Sanki uzansam camı tıklatabileceğim gibi yakın görünüyor.

Göz yanılması bunlar. Çöl ortamında mesafeler çok zor anlaşılıyor. Hemen şuracıkta dediğin istasyon, saate bir bakıyorsun ki neredeyse 3-4 km mesafede.

Ancak gece anlaşılması daha da zor. Bileklik köşesindeki kırmızı sinyallere doğru giderken hep yanılttı beni. Sanki uzanıp tutacaksın gibi görünüyor. Oysa 2 km ileride. Git git bir türlü yaklaşamıyorsun…

Hızlı adımlarla başlıyorum yürümeye. Koşmam mümkün değil artık.

Start alanının yakınlarındaki çamura benzer bir alandayım yine. Başından beri bu bölgede koşmak zordu zaten, şimdi yürümekte bile zorlanıyorum.

Çok yorgunum. Az sonra bitince dinlenirim ve uyurum. Şimdi biraz daha dayanalım bakalım.

32 saati geçti. İki gecedir bırak uyumayı, doğru dürüst oturmadım bile. Eskiden olsa dert değildi ama direncim her yıl azalıyor. Tabii aşırı sıcak da iyice ezdi beni.

Uyarmıştı aslında herkes. Özellikle eşim Aysun.

“Yine neyin peşindesin. İlle de öldürecek misin kendini. Asrın sıcakları geliyor, ne zorun var anlamadım ki…”

“Yok ya, ne sıcağı. Her sene aynısını söylüyorlar. Aldırma sen. Deprem olur asrın depremi, sel basar asrın yağmuru, her Ağustos gününde asrın sıcağı. Onlara kalsa evden çıkamazsın.”

Özgür ve Ali de bekliyor beni bu sırada. Kaçar gibi ayrılıyorum kapıdan. Arabaya atlayıp fırlıyorum.

Hemen her uzun öncesi bir söylenir eşim ama durduramayacağını da bilir. Yine de ben yaşlandıkça endişesi artıyor, daha fazla dil döküyor.

Yalnız bu sefer sanki haklı gibi. Tahminler normallerin çok üstünde sıcaklık gösteriyor.

İyi de, yağmurdan kork gitme, fırtınadan kork gitme, sıcaktan, soğuktan, arazi yapısından, köpekten, sinekten daha bilemediğim bin türlü dertlerden kork gitme… Nasıl yapacaksın o zaman bu uç sporları.

Suya girme boğulursun, yola çıkma ezilirsin. Sonu yok. Sonuçta karar vermişiz artık. Gideceğiz.

Özgür Sancak, Ali Karagündüz ve ben birlikte yola çıkıyoruz Perşembe öğleden sonra. Akşam Şereflikoçhisar’a varıp otele giriyoruz.

Yıldırım otel önce bize minyatür bir manda yuvası veriyor oda diye. Ne dolap, ne çekmece, ne raf var. Sıkış tepiş.

Aşağı inip orta şiddette bir itiraz sonrası doğru düzgün bir odaya geçiyoruz.

Cuma öğlen start alanına gidiyoruz hep birlikte. Kayıt işlemleri ve malzeme kontrolü yapılıyor.

Özgür’e gereken bir su matarası, bir kafa lambası. Diğer malzemeler yük gibi geliyor ona. Çakmak, pusula ve aynaya takılıyor biraz. Garibine gidiyor.

Arkasında ayna olan pusula var yanımda. “Ne işe yarıyor bu ayna” diye soruyor.

Aslında ben de bilmiyorum. Güneşi kullanıp yansımasıyla yerini bildirmek için olabilir. Emin olmadığımdan yanlış bir şey söylemek istemiyorum.

“Yolu kaçırınca aynaya bakıyorsun, kimin kaybolduğunu görüyorsun” diye gülüyorum.

Makarna partisi ne zaman başlayacak belli değilmiş. Sıcak kavuruyor. Yanıyor ortalık. Şemsiyeler dolmuş. Gölgelik alan bulamıyoruz. Beklenecek gibi değil. Dağıtılan dondurmalardan birer tane alıp ilçeye dönüyoruz.

Öğlen son bir yemek yiyoruz yarış öncesi, Yeşil Çorba adlı yerel bir restoranda. Yemekler lezzetli ama kapasite küçük. Çoğu yemek bitmiş. Ne bulursak ondan istiyoruz.

MASK koşu grubu da orada. Güzel sohbet geçiyor. Çoğu 10-20 koşacakmış.

10 km koşmanın sıcak rahatlığını düşünüyorum. Bir an canım çekiyor. Ama çabuk geçiyor.

Bu dünyada her şeyin değeri, kendi karşıtı ile meydana çıkar. Işığı anlamak için karanlığı yaşamanız, sıcağı farketmek için soğuğu hissetmeniz, sağlığın değerini bilmek için hastalık acısı çekmeniz gerektiği gibi…

Gerçekten rahat etmek için ise rahatsızlığı tatmanız gerekir.

Uzun zamandır rahat bir hayat sürüyorsanız, artık size rahat olduğunuz söylenemez. Önce zorluk çekeceksiniz. Sonrasındaki rahat, işte gerçekten sıcak ve tatlı bir rahattır.

Yemek sonrası otele dönüyoruz. Çanta hazırlama bizi oyalıyor. Dropbag alanına her gelişimizde -ki 40,80 ve 120 km’lerde geliyoruz-, ayrı poşetler halinde bulacağımız çorap, tişört yedeklerini, jel ve yiyecekleri yerleştiriyoruz. Ayrıca malzeme yedeklerini (pil, kafa lambası, ayakkabı, güç kaynağı, suluk gibi) düzenliyoruz.

Saat 18:00’de başlayacak. Daha beklerken herkes bir gölge alan arayışında. Saatlerce nasıl dayanılacak bu güneşe bilemiyorum.

Beklerken iyice krem sürüyorum. Sonunda geri sayım yapılıyor ve başlıyoruz.

Bu bir dayanıklılık savaşı benim için. Hızlı olmam mümkün değil. Herkes kendi gücünü ve rezervini iyi hesap etmeli.

Benim bu yaşta ne kadar gücüm olabilir ki… Haddimi bilmem gerek. Biraz da kendimi oyalamalıyım tabii. Çok uzun sürecek. Sabrın sınırlarını da zorlayacak…

Start anındaki coşku alkışları bile beni gaza getiremiyor, çok yavaş başlıyorum. Öldürücü bir sıcak var. Kolsuz tişört giydim. Çok rahat gerçekten. Ancak sürdüğüm bir kavanoz güneş kremine rağmen omuzlarım yanıyor. Acıyı unutmak için düşüncelere dalıyorum.

Parnasos dağındaki Delphi tapınağı kapısında altın harflerle “Gnauthi Seauton” yazarmış.

“Kendini Bil”

Aslında bu vecizeyi Atina gezisinden çok önceleri, Matrix filminde görmüştüm.

Neo, Kahin’in evine girer, mutfak kapısının üstündeki kirişte bir yazı vardır. “Temet Nosce”. Bir süre bakar, anlam veremez.

Ben de ilk anda anlamamıştım. Sonradan bunun Delphi tapınağındaki yazının (Kendini Tanı) Latincesi olduğunu öğrendim.

Neo bile kendini bilmeli. Ben de kendimi bilmeli ve kimseyle rekabete girmemeliyim. Diğerlerine göre çok yaşlıyım. Spora da daha yeni başladım sayılır. Üstelik koşuya da hiç yeteneğim yok.

Tek avantajım inadım. Beni durdurmak için canımı yakmaları yetmez. Av tüfeği ile vurmaları gerekir. Omuzumu ısıtabilir ve üstünde yumurta pişirebilirsiniz, ama beni bu yanık acısıyla durduramazsınız.

Öğrendiğime göre yol pürüzsüz bir düzlükmüş. Yükselme hiç yokmuş. Çok iyi…

Düşük nabızla başlamak istiyorum. Ancak daha ilk metrelerde balçık gibi bir zeminle karşılaşıyorum. Yavaş da olsam nabız istediğimden hızlı. Yumuşak kara batar gibi ayaklarım zemine batıp çıkıyor. Çok yorucu.

Tabanlarıma tuz yapışıyor sürekli. Adımımla sırtıma kadar bir kısmı sıçrıyor, sonra yenisi yapışıyor. Ayakkabılarım bir türlü rahatlamıyor.

2 km kadar sonra zemin biraz sertleşse de öyle cam gibi falan değil. Hani dümdüzdü…

Söylenmeler duyuyorum çevremden. Tecrübeli olanların dediğine göre aşırı sıcaklar yüzünden zemin “kusmuş”. Ne demekse artık… Zemin sürekli girintiler çıkıntılar çöküntülerle dolu.

2 km sonra zemin az biraz sertleşiyor. Kalan 6 km daha da iyi, ancak sanki her yere patates büyüklüğünde taş dökülmüş gibi.

Bir yandan da çevrede gözüm. Allı Turna görebilir miyim acaba diye.

Tek görebildiğim “uzunetap” tabelasının yanına konmuş küçük heykelleri. Asılları yok ortada.

Akdenizin en önemli flamingo üreme merkeziydi burası. Ancak sulak alanlar yok oldu. Gölün suyu gitti, tuzu kaldı, çöle döndü.

Aslında son 60 yılda İkiz Göller, Akşehir Gölü ve Marmara gölü dahil 70’den fazla göl kurudu.

2021’deki şiddetli kuraklık yüzünden 5.000 yavru flamingo telef oldu. Zaten kurumakta olan göle, ağır bir darbe daha vuruldu. NASA’nın “Disappearing Lake Tuz” sitesinde yayınladığı uydu görüntüleri, felaketin fotoğrafını açıkça çekmiş.

Haritada gördüklerinize pek takılmayın. Ülkemizin gölleri artık eski şekillerinde değil. Şu anda haritada kara gibi görünmeyen bir yerde koşuyorum.

Gerçekler haritalarda asla gösterilmez zaten. Mercator Projeksiyonu uygulamasından beri, yani yüzyıllardır, haritalar bize olduğundan çok farklı bir gezegeni tarif ediyor.

Modern dünyamızda da harita uygulamaları ve gps verileri aslına değil, bu projeksiyona uygun hale getiriliyor.

Ancak zeminin derdinde değil kimse. Asıl sorun cehennem sıcağı.

İlk yarım saat idare ediyorsun da, sonra öyle bir sıcak çarpmaya başlıyor ki, nefes alma yeteneğini yitiriyorsun. Ağzına burnuna yerden yansıyan sıcak hava doluyor. Sanki yeni yemek pişirdiğin fırının kapağını açıp çıkan sıcak havayı çekiyorsun içine.

Normalde çekilecek çile değil ama, 2-3 saat içinde güneş batacak ve aşırı sıcaklar geçecek diye dayanıyor insan.

Saat 19:10 olduğunda 10 km istasyonuna varıyorum (CP). Kavurucu güneş bir adım çekilse de hava cehennem gibi.

Ya ben bu kadar su içebiliyor muydum. Bütün bidonu bitirmek üzereyim. Şapkamın altına bir buz parçası koyuyorum. Ağzıma da koca bir buz parçası atıp devam ediyorum.

Daha 10 dakika olmadan ne şapkada ne ağzımda buz kalmıyor. Kafamdaki koca buz eridiğinde akan su, alnıma bile ulaşamadı. Durduğu yerde yok oldu sanki.

Sırt çantamın iki suluğunun dışında, yanıma fazladan bir tane daha 500’lük flask koymuştum. Bunu serinlemek için kullanıyorum. Ara ara yüzüme omuzlarıma su tutuyorum. İçmekten daha serin tutuyor. Yine de nefes alamıyorum. Ciğerlerim yanıyor.

Düşünme böyle. Moralini bozma. Bir bilge gibi davran…

Bilgelik, öncesinde her olası sorunu hesap etmek; ama bir kere eyleme geçtikten sonra da cesur olmak ve dayanmaktır. Bakalım nereye kadar dayanabileceğim.

Bir sonraki 10 km sağa doğru bir üçgen olarak düzenlenmiş (Yeşil Üçgen). İlk iki köşedeki bileklik noktasına ulaşıldığında farklı renklerde birer bileklik alıyorsunuz. Başladığınız noktaya, yani üçüncü köşeye dönünce teslim ediyorsunuz.

Benzerini bu sefer de sol yana doğru (Turuncu Üçgen) yapıyorsunuz. 10 km daha gitmiş oluyorsunuz. Ediyor 30 km. Sonra başlangıç noktasına dönüyorsunuz. 40 km ediyor. Aynı zamanda drop bag alanı olarak kullanılıyor bu alan. Çantanıza, yedek malzeme ve giysilerinize ulaşabiliyorsunuz. Bu turlamayı 4 kez yapmanız gerekiyor.

Olabildiğince güzel bir sistem kurulmuş. Tek kontrol noktası ile bütün mesafeleri kotarmışlar. Oldukça yaratıcı.

Bu kontrol noktasına sürekli buz ve su takviyesi yapılıyor. Görevliler ve gönüllüler insan üstü bir çaba ve Allah vergisi bir sabırla çalışıyorlar.

Yiyecek desteği miktar olarak bol, çeşit olarak sınırlı. Aslında en çok haşlanmış patates soruluyor. O da sadece drop bag istasyonunda bulunuyor. Yerine muz ve tuzlu çubuk kraker konulmuş.

250 ml’lik ayrı bir küçük suluğu jel ile doldurdum. Dişlerinle açma, poşetiyle uğraşma derdi olmuyor. Küçük yudumlarla alabiliyorsun. 40 km idare eder. Drop bag de yeniden doldururum.

Üçgen köşeleri 2 km kadar kala görüntüye geliyor. Vardım varacam derken insanı biraz oyalıyor. 2 saat 20 dak. sonra yeniden kontrol noktasındayım. 20 km olmuş.

Hava alacakaranlıktan karanlığa doğru geçiyor. Hala çok sıcak ama, güneşten kurtuldum ya artık, bundan sonrasının daha rahat olacağını düşünüyorum.

Kafa lambasını takıyorum. Üçüncü 10 km için soldaki üçgene geçiyorum. Karanlıkta yer beyaz rengini kaybediyor. Toprağa benzemeye başlıyor.

İşaretleme ise 10 numara. Fenerin en zayıf ayarı bile 2-3 işaret direğinin reflektörlerini parlatıyor, yansıtıyor. Yolu bulmak hiç zor değil.

Sanki çarşak bir arazide gibiyim. Her yer iri taşlarla dolu gibi. Hala koşabiliyorum ama gücümü çok idareli kullanmam gerek.

Yakınlarımda, önde ve arkada koşanlar var. Ancak tek kalmayı tercih ediyorum. Kulaklık takıp bir kitap dinlemeye başlıyorum.
Köşe bayağı uzakta. 4 km’den fazla sürüyor. Bir o kadar da geri geliyorum. İkinci köşe ile kontrol noktası ise bayağı yakın. İkizkenar üçgen şeklinde.

Hava hala çok sıcak. Nefes almakta zorlanıyorum. Bu nasıl çöl böyle ya. Gece hava soğuk olmuyor muydu çöllerde.

Her neyse. 3 buçuk saatte 30. km de bitiyor. Yine bir kaç litre su içip 3 flask dolduruyorum.

Sevdim bu istasyondaki çalışanları. Ciddi moral veriyorlar. Her konuda yardım ediyorlar. Her soruyu geçiştirmeden, baştan savmadan yanıtlıyorlar.

Sıcaktan yanmış, her 100 metrede ağzı burnu kuruyan ve nefes alamayan, yorgun ve endişeli bunca insanla uğraşmak zor iş gerçekten.

Başlangıca doğru yola çıkıyorum. Yol bir süre sonra o bozuk zemine varıyor. Ayaklarım kara batar gibi batıyor tuza. Tabanlara da çamur gibi yapışıyor. Bu yorgunlukla çekilecek çile değil.

Yine de asıl sorun sıcak. Güneş batalı 2 saat oldu, hala fırın gibi ortalık. Beyaz renk ısıyı yansıtmıyor muydu. Yansıttıysa neyi biriktirdi de göl yüzeyinden yukarı doğru ısı saçıyor.

Nefes alamıyorum. Yürümeye başlıyorum. Tanrım. Neye bulaştım ben. Hani gece serin olcaktı…

Drop bag’e varmam 5 saat 15 dakikayı buluyor. Dümdüz yolda 40 km için çok yavaş. Yine de göğsüm sıkışıyor.

20 dakika kadar kalıyorum istasyonda. Çorap değiştiriyorum. Diğerlerine dokunmuyorum. Ayakkabım kaskatı olmuş. Çok zor giyiliyor.

Yeniden jel dolduruyorum küçük suluğa. Ödül gofretim Eti Karam, sevdiğim Eti Burçak bisküvi ve biraz proteinli süt. Doğru bir beslenme değil ama, en azından alıştığım şeyler. Bir süre daha bir şeyler yiyebilmeyi sürdürmeliyim.

Bu arada telefonu da hızlı şarjı olan bir powerbank ile yeniden dolduruyorum. Az önce kulaklığın şarjı bitmişti. Sağ tarafı tek takmıştım. Çıkarıp kutusuna şarja koyuyorum ve sol teki takıyorum bu sefer. Gecenin 11 buçuğunda yeniden yola çıkıyorum.

Gece yarısı olmuş ama hala yeterince soğumamış hava. İlk 3-4 km’deki çamur gibi bölgeyi bu sefer yürü koşlarla geçiyorum. Yoksa insanın enerjisini alıyor. Zorlamanın anlamı yok. 4 km sonra zemin düzelince düşük tempo koşmaya başlıyorum. Gece 01’de yeniden kontrol noktasındayım (CP).

Yarın daha zor olacağı kesin. Gidebildiğim kadar gideyim diyorum. Ancak uzun antrenman yapmamış olmam kendini göstermeye başlıyor. Sağdaki üçgeni dolaşıp gelmem 1,5 saati aşıyor. Kulaklığın şarjı yine bitti. Zaten sıkıldım dinlemekten artık. Uykumu getirmeye başladı.

Saat gecenin 3’üne yaklaştı. İnanamıyorum. Hala çok sıcak. Hala ağzım burnum kuruyor. Her dakika su içmem gerekiyor. Hava bu saatte 30 derece.

Taşıyabileceğim kadar su taşıyorum yanımda. Saat başı tuz hapı ve jel alıyorum zaten. Yine de yiyebildiğim kadar atıştırıyorum CP’de. Suluğun birinde de elektrolit tableti eritiyorum. Tekrar çıkıyorum yola. Hem çıkışımı haber veriyorum, hem tekrar doğru rotada olduğum konusunda teyit alıyorum.

Aysız bir gece. Çok uzaklarda tek tük ışıklar varsa da, ışık kirliliği yaratmıyor. Yıldızlar sanki iple sarkıtılmış gibi görünüyor. Uzansan tutarsın gibi. Bir ortaokul öğrencisin ev ödevi olarak yaptığı bir makete bakar gibiyim. Kimisi yakın, kimisi uzak, farklı yüksekliklerde pırıl pırıl yıldızlar görünüyor. Bak hepsi şuracıkta. Merdiven dayasan çıkarsın.

Eski insanlara hak veriyorum. Hemen bulutların oradan sarkıtıldığını düşünmeleri anormal değil.

Gerçi 2500 yıl önce bile bugünkü bilgilerimizi o zamandan yazıp yayınlayanlar vardı. O zamanlar insanlar daha zekiydi herhalde. Sorun biz aptalların anlaması için binlerce yıl uğraşmak zorunda kalmaları.

Pisagor’un geometriyi geliştirmesinden sonra, yani MÖ 550 yıllarında, o zamanki bilim çevrelerinde, merkezi bir ateşin (Güneş) çevresinde dönen küre şekilli dünya, yani Güneş merkezli sistem anlaşılmıştı.

Birkaç yüzyıl sonra Aristarkhos, Güneş’in ve Ay’ın büyüklüğünü hesaplamak için üçgenleri kullanmıştı. Elindeki kum saati ile hesaplar yaparak, Ay’ın Dünya’nın yaklaşık üçte biri büyüklüğünde olduğunu hesaplamıştı. (Gerçekte yaklaşık dörtte biri).

Güneş konusundaki yanılgısı ise, (20 dünya çapı hesaplamıştı, gerçekte 390) atmosferin ışığı kırıcı etkisinin kendisini yanıltmasından kaynaklanmıştı. Yine de aynı büyüklükte olduğuna inanılan Ay ve Güneşin ne kadar farklı olduklarını göstermişti.

Bugün bunu baştan hesaplayabilecek kaç kişi vardır acaba.

Anaksagoras, 2500 yıl önce, gökte küçücük görülen Güneşin aslında Mora yarımadasından daha büyük olduğunu, Güneş’in merkezde olup Dünya’nın onun etrafında döndüğünü söylediğinde dinsiz ilan edilmişti.

Galileo da benzerini 2000 sene sonra söylediğinde aynısı oldu. Neredeyse engizisyona gönderiliyordu.

Sorun gerçeğe ulaşamama değil, gerçeklerden bilerek kaçma. Cehaleti tercih etme.

Bilmem ki artık aşabildik mi bu sistemli cehaleti. Doğruyu söyleyenler dinleniyorlar mı artık.

Sokrates, doğruyu söyleyerek, bir at sineği gibi toplumu rahatsız ettiğini söylüyordu. Bu yüzden idam edilmişti. Zor zamanlardı.

Bugün ne yapıyorlar dersiniz at sineklerine.

Birkaç yüz metre önümde CP görününce düşüncelerimden sıyrılıyorum. Hava ışımaya başlamış. Saat 5’e geliyor. Isı 24 dereceye düşmüş. Fena değil.

70 km oldu. Yorgunluk ve uykusuzluk vurmaya başladı. Hava ısınmadan drop bag’e varsam çok iyi olur ama kalkamıyorum. Bolca su ve soda içiyorum. Bir miktar yiyebiliyorum ama yetersiz. 15 dakika kadar sonra ancak tekrar yola çıkıyorum.

Yolu öğrendim artık. İlk 5 km kısmen koşabiliyorum. Sonra yine o bataklığa varıyorum. Yürümek bile zor geliyor burada.

07:00’de 80 km yarışı başlayacak. O hengameye düşmeden istasyona girmek için biraz hızlanıyorum. 06:50 gibi varıyorum. Bu arada hava da yeniden ısınmaya başlıyor.

Drop bag istasyonunda üstümü tamamen değişiyorum. Güneşten bir miktar korunabilmek için uzun kollu, açık renkli üst ve sahra şapkası giyiyorum. Bacaklarıma ve yüzüme güneş kremi sürüyorum.

Artık güçsüzlüğüm iyice açığa çıkıyor. Bir türlü yiyemiyorum. Zorlarsam yarım kalacağı belli. Yiyebilmek için bekliyorum. Bu sırada içim geçiyor.

Uyandığımda 45 dakika kadar geçtiğini fark ediyorum. Ama işe yarıyor. Yeniden bir şeyler yiyebiliyorum. Bir jel daha alıyorum fazladan. Saat 8’den sonra tekrar yola çıkıyorum.

Gece bile 1500 ml su zor yetiyordu 10 km gitmek için. Bu yüzden 4. suluğu da aldım yanıma.

Direncim kısa sürede yeniden düşüyor. İlk kilometrelerdeki balçığı geçtikten sonra da rahat koşamıyorum. Tempolu yürüyüş ile karışık jog yapmaya başlıyorum.

Cp’ye ulaşmam 1,5 saat sürüyor. Saat ise 10’a yaklaştı. Nasıl bir sıcak anlatılmaz. CP’de buzlu sulara yatırılmış damacanalar var. İçme suyundan önce, buzlu soğutma suyuna saldırıp, kafamdan aşağı döküyorum, üstüme başıma saçıyorum.

Yeterince yiyemiyorum. Seçenekler çok fazla değil. Suluklardan birine kola koyup su ile seyreltiyorum. Enerji ihtiyacı beni nefret ettiğim kolaya muhtaç ediyor.

Sağdaki yeşil üçgene doğru yola çıkıyorum. Biraz rüzgar var ama o bile çok sıcak. Gece yine iyiymişim. Nefesim tümden kesiliyor. Ayaklarım gitmiyor.

Parmaklarımın şiştiğini görüyorum. Yeterince tuz almadığımın göstergesi. Ortamın bir göl için nispeten kuru olması ve terin anında buharlaşması, üzerinde fazla ıslaklık yaratmaması, yanıltıyor sporcuları. Sanki çok terlenmedi gibi geliyor.

Fazladan bir tuz tableti alıp elektrolitli suya ağırlık veriyorum. Üçgenin ikinci kenarına doğru ellerimin komik görünümü biraz düzeliyor. CP’ye döndüğümde biraz daha toparlanmış buluyorum kendimi.

100 K tamamlanıyor. Öğlen sıcağındayız. Dışarda sıcaklık 40 dereceyi aştı. CP’de bile 32 derece. Şükür ki rüzgar bir miktar hızlandı.

Biraz bekleyip iyice toparlanıyorum. Yiyebildiğim kadar atıştırmaya çalışıyorum.

Kış günü denize girerken bile bu kadar çekinilmez herhalde. Suya parmağını sokup soğuğu hisseder gibi, parmağımın ucunu güneşe uzatıyorum, hemen geri çekiyorum. Çok sıcak.

Şapkamı buzlu suya sokuyorum. Üstüme iyice buzlu su döküyorum. Şapkanın altına buz yerleştirip çıkıyorum sol yandaki turuncu üçgene doğru.

Bir fırının içinde gibiyim. Dudaklarım çatlamış. 10-15 dakika içinde her şey kuruyor.

Uzun kollu giymekle çok iyi yapmışım. Keşke uzun tayt da giyseydim. Bacaklarım gittikçe yanık olmaya başlıyor. Suluğun birini yanan yeri soğutmaya ayırıyorum. Ara ara su sıkıyorum üzerine. 2 saat sonra, 14:30 gibi 110 da bitiyor.

Artık rezervim kalmadı. Hatta uzatmaları oynuyorum. Bıraksam iyi olacak ama zorlayıp Drop Bag’e ulaşmaya çalışacağım. 30 dakika kadar dinlendikten sonra yola çıkıyorum.

Sıcak kudurmuş artık. Soğuktan pek etkilenen biri değilim. Kışın ortasında kısa kollu tişörtle bahçede keyif yaparım. Kayakta üstümde sadece tek kat kazak olur.

Ancak sıcak bana çok ağır gelir. Yazlıkta plajda, güneş altında yatanları görünce sanki uzaylı görmüş gibi garibime gider.

Saate bakıp 48 dereceyi görünce panik olmam bu yüzden. Yorgunluk esir aldı beni. Sıvı ve elektrolit dengesini düzgün ayarlayamadım. Antrenman yetersizliği ile birlikte sıcağa da dayanıksızlığım birleşince nefes bile alamıyorum.

Öğleden sonra ufkuna bakıyorum. Dünyanın yuvarlak olduğu ne kadar belli. 2500 sene evvel Sisamlı Pisagor bunu da farketmiş ve yayınlamıştı. 250 yıl sonra da Erotosthenes çevresini gerçeğe çok yakın ölçmüştü. Yine kendimi salak gibi hissediyorum.

Ufukta atmosferi görüyorum. Şu taş parçası üstünde yaşamamızı sağlayan, bizi koruyan gökyüzünü.

Bertolucci’nin filmine kim, hangi izansız “Çölde Çay” adını koydu acaba. “Tea in Sahara” ikinci kısmının başlığıydı sadece. Asıl romanın ve filmin adı “Sheltering Sky”. Koruyan gökyüzü.

Değil. Koruyan olarak çevirmeyelim. Saklayıp sarmalayan, seven gökyüzü. Yani “Esirgeyen Gökyüzü”

Birbirimizden ne kadar farklı olsak da, kimimiz klimalı soğuk ortamlardan yaz güneşine bakarken, kimimiz çöl ateşinde yansak da, hepimiz tek bir esirgeyen gökyüzünün altında yaşıyoruz.

Filmin sonunda, romanın yazarı Paul Bowles kısa bir rol almıştı. Bir otel müşterisi rolünde konuşma yapmıştı. Özetini vermek pek işe yaramaz. Ancak aklımda yer eden kısmı şu.

“Ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? Belki dört, beş kez daha, belki o kadar bile değil… Ama yine de her şey sonsuzmuş gibi gelir…“

Bu kendimle savaştığım öğleden sonrayı kaç kez daha hatırlayacağım acaba.

Sonsuz kez muhtemelen…

Yanıklarım dayanılmaz acımaya başladı. Yüzüme, başıma, sağ bacağımdaki yanan yerlere su sıkıyorum sürekli. İlk suluk bitti, ikinciye başladım. İçmektense yanıkları söndürmek daha gerekli gibi.

Bir süre geri geri giderek güneşi gören yerlerimi değiştirmek istiyorum. Isının çoğu yerden yansıyor. Faydası çok az oluyor.

Gün boyu baktığım her yeri buz olarak görüyorum. Eğil al bir topak yerden at ağzına. Ne biçim soğutur takır takır.

Oysa ne taş bunlar ne de buz… Görebildiğim her yer tuz. Ayaklarımın sıçrattığı tuz topakları, değdiği yeri yakıyor.
Saate bakıyorum. 49 dereceyi gösteriyor. “Tam da bu günü mü buldunuz bu yarış için” desem saçma olur şimdi. Adı “Runfire” (Ateş koşusu) olan yarışı serin havada yapacak değiller ya…

İçme suyumdan artırdıklarımla bacaklarıma su serpe serpe, sonunda saat 17:00 gibi Drop Bag alanına varıyorum. Sıcaklığın bir ara 51 dereceye kadar yükseldiğini öğreniyorum.

İflahım kesilmiş. Benden bir şey olmaz artık. Kuru giysiler giyiyorum. Sakince elimde olan yiyeceklerden azar azar alıyorum.

Son bir tur kaldı ama sanki motivasyonumu kaybettim. Platonik bir aşktı zaten. Olacağından değil.

Platon, düz ve geniş demek aslında. Genelde geniş göğüslü gösterişli vücudu olan güreşçilere takılan bir lakap. Asıl adı Aristokles olan Platon da, eski bir sporcu, hatta antik olimpiyat oyunlarında derece almış bir güreşçiydi. Ancak yazılarında imza olarak hep Platon lakabını kullandı.

Spora olan aşırı düşkünlüğü, kısa boylu, şişman ve çirkin Sokrates ile tanıştıktan sonra bir anda bitti. Zekasından, alçakgönüllü yapısından, insan ruhunda hep iyilik arayan görüşlerinden etkilendi. Asıl değerin insanın ahlakında ve bilgisinde olduğuna karar verdi. Öğrencisi oldu.

Şimdi ben de bedensel yetersizliğimi bir yana bırakmalı ve yapabildiğim kadarı ile mutlu olmalıyım.

Bir kadın görevli yanıma geliyor. “Destekçiniz yoksa birini ayarlayabiliriz, ihtiyacınız var mı” diye soruyor. Teşekkür ediyorum. Bırakacağımı söylüyorum. Şaşırıyor. “Daha 11 saatiniz var” diyor.

Bir an jeton düşüyor. Zamanım daha çok. Biraz sonra güneş de batacak. Bu son 40 kilometreyi aşmam 10 saat sürdü ama, bu saatlerde benim yaşımdakiler, yarım dakika bile güneş altında kalıp alışverişe gidemezler. Gece muhakkak çok daha farklı ve rahat olacaktır.

Yeniden giysi değiştiriyorum. Kısa kollu tişört giyiyorum. Çantaya uzun kollu yedek koyuyorum. Tecrübeliyim artık. Bir süre sonra ısı üretemeyeceğim. Gece rüzgarının tüm ısımı almasına engel olmam gerek.

Güneş biraz daha alevini kaybedene kadar bekliyorum. Saat 18:15 gibi yavaş yavaş yürümeye başlıyorum. İlk 40 km 5 saatte bitmişti. İkincisi 7 saatte. Üçüncüsünden 10 saatte zor kurtulmuştum. Bu eğriye göre yaklaşık 13 saat gerekir. Oysa sadece 10 saatim kaldı. Bakalım ne olacak.

Hala kavruluyor ortalık ama alıştım artık. Şartları değiştiremiyorsan, kendini değiştireceksin. Sıcağı çok seviyorum artık.

Pek inandırıcı olmadı ama sık sık tekrarlıyorum. Yalan ne kadar açık olsa da, yeteri kadar tekrarlarsan, sonunda kendini bile inandırırsın.

Garibime gidiyor farkedince. Enerjim var hala. Ufak ufak yürü koşlara başlıyorum. Hava kararmadan CP’deyim. 130 K oldu. Yeme isteğim hiç yok. Enerji için kola ve su karışımına yöneliyorum. Dün geceki kadar ağzım kurumuyor. Evrim mi geçirdim ne…

15 dakika kadar dinlenip kalkıyorum. Saat 20:15. Kafa lambamı yakıp yeşil üçgene doğru gidiyorum.

Yakıcı sıcaklık geçmiş. Yorgunluk iyice vursa da tahminimden iyiyim. Saate bakıyorum, 32 derece. Buz gibi sayılır. Nadir koşu, bir miktar sürünme falan sorunsuz bir şekilde 2 saatte bu üçgen tamamlanıyor. 140 K oldu.

15 dakika daha dinlenip turuncu üçgen için yola çıkıyorum. Daha uzun bir kenarı var bu üçgenin. 2 km sonra uzakta kırmızı sinyali görüyorum. Yani yaklaşık 2 km daha var.

Gücüm gittikçe toplanıyor gibi. Ancak koşup enerjimi tüketip 12’ye bir kala yarış dışı kalmak istemiyorum. Hemen önümde 4 kişi var. Yaklaşmıyorum. Tek istediğim bitirmek. İlk kez sonuncu olmayacağım. Bitirdiğime dua etsinler. Eğer biterse tabii…

Sonunda üçgenin ucuna varıyorum. Çok dar bir açı ile dönülüyor buradan. Dördüncü gelişim, biliyorum. Ancak fenerin ışığı çok azalmış, kırmızı sinyali takip ederken farketmemişim.

İşaretler görünmüyor. Tahmini bir yön çiziyorum hatırladığım kadarıyla. Sonra reflektörler karışıyor. Burada bir önceki üçgenin dönüşü ve şimdiki üçgenin gidişi ile dönüşü birbirlerine çok yakın.

Uçsuz bucaksız bir çölde aysız bir gece. Referans alacak hiç bir şey yok.

En olası bulduğum hattı takip ediyorum. 300 metre kadar gidince saate bakıp yaptığım rotayı inceliyorum.

Yanlış taraf. İlk anda doğru gitmişim, sonra geliş şeridine kaymışım.

Başka çare yok. Fenere yeni piller takıyorum. Bir anda çöl aydınlanıyor. Hemen doğru rotaya ulaşıyorum. Yaklaşık 1 km kadar yolu uzatmışım. Lafı edilmez.

Biraz sonra bir ATV yanaşıyor arkamdan. Sağlığımı kontrol ediyorlar.

“Çok iyiyim ama yeterli süre oldukça zorlamayacağım, böyle bitireceğim” diyorum. “Tamam” deyip istasyona dönüyorlar.

Onca aksiliğe rağmen 2 saat içinde yeniden CP’deyim. Saat 00:30. Geceyarısını geçtik. 10 dakika kadar dinleniyorum. Rüzgar artmış. Üşüdüğümü hissediyorum. Bir tişört daha giyiyorum. Yola çıkıyorum. Son 10 km.

İlk anda sorun yok. Ancak gözlerim sanki bulanık görmeye başlıyor. Sisli bir gecede gider gibiyim. Kafa ışığı yolu çok düzensiz aydınlatıyor. En düşük ayara getiriyorum. Uyku bastırıyor.

Kısa süreli denge kayıpları olmaya başlıyor. Ara ara eğilip dinlenmeye geçiyorum. Son 5 km kaldı. Bozuk zemine yaklaştım.

Soldaki evden bir kapı açılıyor. Önündeki ağaç görüşümü kesiyor. Kapıda kimse var mı görünmüyor.

Hemen uyanıyorum. İçim geçti bir an. Hayırlısı ile bir bitseydi artık…

Marş söyleyeyim içimden diyorum, aklıma gelmiyor. The Wall’un ritmi çıkmıyor aklımdan. Eh askeri marştan pek farkı yok. Uygun adım yürüyorum.

4 km kala yeniden dalıp gidiyorum. Ayağım bozuk zemine takılmasa uyanamazdım herhalde. Bir tokat yiyorum kendimden. Boşuna atmışım. Uykum dağılmıyor.

2,5 km kala içinde trenler, caddeler, tavşanlar olan kapsamlı bir rüya daha görüyorum. Uzun sürmüş olmalı. Uyanınca bayağı kendime geliyorum. Geriye doğru dönmüşüm bu arada. Yönümü düzeltiyorum.

Kalan yol oldukça rahat geçiyor. Son 200 metrede beni karşılamaya görevliler geliyor. Zil çalarak yanımda yürüyorlar. 33 saattir yoldayım.

Az yaklaşınca davul çalınmaya başlıyor. Gecenin 3’ü. “Yapmayın uyuyanlar vardır çadırlarda” desem de dinlemiyorlar. Alkışlarla o saatte karşılıyorlar. Bir ihtimal başarılı ve kazasız belasız biten bir organizasyonun tamamlanmasını da kutluyorlar.

Benden önce gelenler hala oralarda. Oturan, uzanan var. Bana da koltuk getiriyorlar ama gerek yok. İyice uyandım.

Birlikte biraz sohbet edip az miktarda yemek yiyorum. Arabayla gideceğimi öğrenince bana şöförlük yapıyorlar. Otelime kadar bırakıyorlar. Minnettarım.

Tuzdan arınmak için uzun süre uğraşmam gerekiyor. Derin bir kaç saatlik uyku ise bana yetiyor. 09’da kalkıp kahvaltı yapıyorum. 10:00’da törendeyiz.

Önce Özgür’ün şampiyonluğunu kutluyoruz. Bu havada olağanüstü bir derece.

Sonra yaş grubu üçüncüsü olarak kürsüye çıkıyorum. Herkes terkedince meydan bana kalmış.

Aslında böyle taktiksel kürsülerdense, sınırını zorlayıp tükenene kadar elinden geleni yapmak daha değerli. Benim elimden gelen zaten bu kadar olduğu için, yapabileceğim başka bir şey yok.

Seneye daha çok çalışıp daha hızlı olmaya çalışacağım. Gerekirse yarı yolda tükeneceğim, ama elimden geleni yapmış olacağım.

Elinden gelenin fazlasını yapmak için kendilerini zorlarlarken, yarışı terk etmek zorunda kalan asıl kahramanlardan çok özür diliyorum. Birlikte geldiğimiz dostum Ali Karagündüz de dahil. (100’üncü km’de bırakmak zorunda kaldı). Kürsüyü hak etmediğimin farkındayım.

Tüm görevlilerden örnek bir davranış ve olağanüstü yardımın dışında, tam bir ev samimiyeti buldum. Hepsine ödenemez minnet borcum var.

Artık mekanın sahibi olan eski öğrencim, yeni patron Özgür Sancak ile gurur duyuyorum. Başarılarının devamı gelecektir.

Buraya kadar okuyabildiyseniz, size de bir teşekkür borcum var demektir. İlk karşılaştığımızda tahsil edebilirsiniz.

26 Beğeni

ne söylense ne yazılsa az kalır. Her anı yaşadım. Emeğinize sağlık. Size içten saygı duyuyorum. Umarım bir gün bir yerlerde karşılaşır ve birbirimize güleriz. Saygılar.

3 Beğeni

Kendim yarışsaydım sanırım okurken aldığım keyfin 10 da birini bile almazdım.Elinize sağlık.Sizin çektiğiniz bu eziyetin bizim için bu kadar öğretici (üstelik sadece koşmak ile değil tüm hayatın dinamikleri ile ilgili) olacak şekilde sunduğunuz içinde çok teşekkür ederim.Her büyük yaraşın sonunda forumda Yarış raporunuzu bekliyorum kendi adıma hocam.Sağolun varolun

3 Beğeni

Emeğinize ve kaleminize sağlık Fatih Hocam. Kitap olsa da okusam keşke dedim. Özellikle antik yunan ve tarihi atıflar, esler, çok güzel bir tat vermiş yazınıza. İyi ki koşmuşsunuz ve yazmışsınız, inadınıza sağlık :slight_smile: hürmetler efendim.

3 Beğeni

Fatih Abi,

Abi demek istiyorum çünkü yazılarını okuduktan sonra samimiyet duymamak nankörlük olur diye düşünüyorum.

Kendimce zor bir zamanda şahane yazıyı bir solukta okudum, hayır işin garibi acıları o kadar güzel anlatıyorsun ki o acıyı yaşamak istiyor insan. Zaten bu ultranın ruhunda bir arızalık var, daha da garipleştiriyoruz durumları.

Tebrikler, start aldığın için. Gerisi kazanım zaten.

Görüşmek üzere,

Sevgiler

3 Beğeni

Yazınız bir solukta okudum. Harikasınız.

2 Beğeni