Mozart 100 Ultra

MOZART ULTRA

Baştan söyleyim, uzun bir yazı. Ben de biliyorum kısa yazmanın güzelliğini ancak tarzım bu.

Lakonik yazı fikri bilmediğim yeni bir şey değil. 2500 yıl önce, Sparta şehrinin bulunduğu Lacedaemon’dan türemiş, özlü söz anlamındadır. Çok konuşup az iş yapan Atinalılar ile çok iş yapıp pek konuşmayan Spartalılar arasındaki çekişmeden kaynaklanır.

İyi bir örnek vermek için şu gerçek olay anlatılır.

Büyük İskender’in babası olan Makedon kralı 2. Philip, Spartaya bir elçi gönderir.

“Ziyaretinize gelmek istiyorum. Acaba dost olarak mı geleyim yoksa düşman olarak mı”

Küçük bir kağıt verirler elçiye. Philip açar okur, tek kelimedir.

“Kanenas”. (Hiçbiri)

Sinirinden dellenir kral. Hemen uzun bir mektup yazdırır. “Eğer oraya gelirsem ordum evlerinizi tarlalarınızı yakar. Eğer gelirsem hepinizi öldürürüm. Eğer gelirsem çocuklarınızı kadınlarınızı köle yaparım” diye uzayıp giden sayfalarca tehdit.

Spartalılar yine küçük bir kağıt yollarlar. Açar okur kral. Yine tek kelimedir.

“Av” (eğer).

Antik Yunanistan’ın çoğunu işgal eden Philip, Sparta’ya nedense uğramaz.

Ben de size önce kısa yazayım.

“Ekana” (Yaptım)…

İsteyenler bu aşamada bırakabilir. Okumak isteyenler için uzun versiyon altta.

Salzburg’da düzenlenen patika koşusu yarışı bu. Mozart’ın doğum yeri olduğu için her yerin, her olayın adı Mozart… Tıpkı Dubai’de her cadde, okul, meydan ve hastanenin adının El Maktum olması gibi ama, o kadar rahatsız edici değil.

UTMB etkinliklerinden biri bu yarış. Fransa, İsviçre ve İtalya Alplerini dolanarak giden 170 km süren UTMB yarışına katılmak için, önce diğer ülkelerde düzenlenen nispeten daha kolay yarışlara katılmanız ve bitirmeniz gerekiyor. Koşunun zorluğuna göre 1, 2, 3 veya 4 “taş” kazanıyorsunuz. Her taş bir kura şansı veriyor.

UTMB, yaklaşık 2000 kişilik kısıtlı kontenjanına karşın, her sene 10.000 civarında başvuruyu kura ile sonuçlandırıyor. Benim de asıl derdim bu kura için 3 taş toplamak.

Salzburg, 150.000 nüfuslu küçük bir şehir. Zamanında, tuz madenleri ile oldukça zengin günler geçirmiş. İzleri her yerde yaygın olarak duruyor ve turistik olarak çok güzel. (Salz-Burg, tuz kalesi, ya da tuz şehiri anlamına geliyor).

Tuzdan ne para kazanılır demeyin. Soğutma sistemlerinin olmadığı yıllarda, yiyecekleri saklamanın en yaygın yolu tuzdu. Çok değerliydi.

Biraz araştırınca anlaşılır ki, Fransız devriminin temel nedeni de tuz vergisidir. Devletin en kestirme vergi toplama yoluydu. Tıpkı bugünün akaryakıt ve alkol-tütün vergileri gibi.

Gandhi de İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşını önce kendi tuzunu üreterek başlatmıştı. O yıllarda üretilen tüm tuzu sömürgeciler toplar götürür, paketler, fahiş fiyata yeniden getirir, üretenlere satarlardı.

Kuzey ülkeleri bol balık avlar, güney ülkeleri ise bunları saklamak için tuz üretirdi. Yaklaşık ağırlık başına maddi değerleri aynıydı. Ancak denizden tuz üretmek için sürekli odun yakmak zorunda olunması ciddi sorun oluyordu. Ormanlar büyük hasar görüyordu.

İşte bu dönemde, dağlardaki tuz mağaralarından elde edilen ürün hem çok temiz, hem çok değerliydi.

En kestirmeden anlatırsak, asker ve memurlara verilen ödemenin adı olan “Salary”, (maaş), kelimesi bile, “Tuz Hakkı” anlamındadır. Salata, adını içindeki en değerli maddeden almıştır. Domatesten, soğandan değil, tuzdan. Salamuranın “sal”ını ise zaten tahmin edersiniz.

Adını tuzdan alan şehirin, tuzdan alan nehirine (Salzach) karşı bir restorana oturup, tuzsuz diyet yemeklerimizi yerken, yolda ücretsiz su sebilleri ve tuvaletleri kullanırken, tüm nehir boyunca uzanan parkları, bahçeleri ve sonsuz bisiklet ve yürüyüş-koşu parkurlarını seyrederken, bir yandan da bunlar bizi neden kıskanıyor acaba diye de düşünüyorum.

Neyse… Ben ve Uğur Çiftçi 83 km’lik parkurdayız. Hülya Çiftçi 39 km’ye, Özgür Sancak ise 105 km’ye kayıt yaptırdı. 105 ve 83 km, ikisi de 3 koşu taşı veriyor. Benim derdim en kolayından taşları kapmak.

80 km ne ki… Daha geçen sene Uludağ’da, ülkemizin en zor parkurunda 100 km koştum. 17 saat sürdü. Yükseklik kazancı da buradan fazlaydı. Yani hiç zorlamasam, 15 saat civarında bitirmem normal olur. 20 saat süre vermişler. O-Hooo. Kim kalır o saate…

İçimde yarışla ilgili hiç bir kaygı, heyecan ya da merak yok. Genelde koştuğum mesafelere göre oldukça kısa. Tatil modundayım. Çevre gezileri ilgimi çekiyor daha çok.

Sonunda yarış günü geliyor. Başlangıç, yakın bir göl olan Fuschl am See kenarındaki aynı adlı küçük bir kasabada. Saat 07:00’dr başlayacak. Ama önce 05:45’te kalkan servise binmek için Mozart Meydanına gitmem gerek.

Evet. Meydanın, meydandaki dükkanların, lokantaların kafelerin de adı genellikle Mozart. Yani adres almanın pek anlamı yok. Ancak şehir o kadar küçük ki, kaybolmanız da mümkün değil. Şehiri kuzeyden güneye bölen nehir ve her yerden görülen kaleyi referans alarak her yere gidebilirsiniz.

En uzak nokta havaalanı. O da sadece 5 km mesafede. İndiğimizde troleybüse bindiysek efendiliğimizden. Yoksa bize yarım saatlik yol.

Belediyenin otobüslerinden sağlanan servislerle yaklaşık 20-25 dakikada start alanına varıyoruz. Yarış sırasında buraya tekrar drop-bag noktası olarak uğrayacağız. Organizasyonun verdiği, numaralarımızın şeffaf bir cebe yerleştirilmiş olduğu UTMB çantalarını teslim ediyorum. İçinde ara noktası olarak içinden alacağım powerbank, yedek üst ve finişte kullanacağım kuru giysiler var.

Tam saatinde başlıyor. Uğur’la birlikte, orta arka arası bir yerlerdeyiz. Aslında daha önceki yarışlarda toplanılan ITRA puanlarına göre sıralayıp numara vermişler. 600 kişi içinde numaram 168. (Ayrıca başında parkur işareti olan 1 var. Yani 1168) Ama o kadar antrenmansızım ki, başlara geçmeyi hiç düşünmüyorum.

İlk 2 km sadece ısınma. Düzgün bir yol. 80 metre irtifa kazanıp 700 metreye yükseliyoruz.

Sonra dik bir çıkış başlıyor. 2 km içinde 450 metre daha yükselip 1150 rakıma ulaşıyoruz. Yokuş bayağı yorucu. Ama küçük Filblingsee gölü çok şirin.

Hızla 750 metreye iniyoruz 2,5 km içinde. Burası Tiefbrunnau kontrol noktası. Jeller, enerji ve protein barları, gerçek kakao yağından halis çikolatalar, ıslak ve kuru kekler, akla gelen bir çok çeşit içecekle adeta gösteriş yapıyorlar. Masaların ürün bolluğu ve uzunluğu gözümü alıyor. Şu da var mıydı diye hiç sormayın. Ben aceleden görmemiş bile olsam muhakkak vardır. Yani 600 kişiye karpuz kesip dağıtmak bile başlı başına bir başarı.

Muhtemelen aşağılık duygusunu gidermek için abartılı ikram yapıyorlar. Bizi kıskanıyorlar ya…

Sonra daha beter bir yokuş karşılıyor bizi. 5 km içinde 600 metre tırmanıyoruz.Yokuşu nispeten yavaş çıkıyorum. Uğur yanımdan uzaklaşıyor, öne doğru ilerliyor.

Zirveye vardığımızda 12. km olmuş, Schafberg CP’ye ulaşıyoruz. Çevremdekilerin hepsi zorlanmış durumda. Bir çoğu nefes nefese dinlenirken ben yavaş olmamdan dolayı daha iyiyim. Fazla oyalanmadan devam ediyorum.

Sonrasındaki 2 km içinde 300 metre inilen arazi beni daha fazla dağıtıyor. İnişler sandığımın tersine çok sert ve daha yorucu.

Ancak çiftliklerin ve güzelim köy evlerinin hemen yanından, ara ara da tarla bahçe gibi yerlerden geçiyoruz. İnanılmaz güzellikte bir manzara. İmreniyorum. Bak yine aklıma takıldı. İlla ki aklıma geliyor. Bu adamlar deli mi… Niye bizi kıskanıyorlar ki…

İniş bitince yeni tırmanış başlıyor. Hiç düz alan görmeyecek miyiz ya biz.

Zwölferhorn’a doğru 5 km’lik tırmanışa başlarken Uğur’a yetişiyorum. Ayağı şişmiş, aksıyor ve iyice yavaşlamış. Bir sonraki istasyonda yarışı bırakacak gibi. Gerçekten öyle yaptığını daha sonra öğreniyorum. Maalesef sakatlığı nüksetmiş. Oysa kondisyonu çok iyiydi.

Aynı yokuşun ortalarına doğru ise 105 koşan Özgür yetişiyor bana. Kendisinden önce, 25 - 30 kadar 105 K koşucusu gördüğümü anlatıyorum.

Yol şartlarına sinirlenmiş biraz. Canı sıkılmış. “Buradaki en yumuşak yer bile, bizim en teknik parkurdan daha sert” diye söyleniyor. Dereceden çoktan vazgeçmiş.

Yine de çok hızlı. Hızla koşarak yükselip ufukta kayboluyor. Allah vergisi bir yeteneği var.

Sonunda dev bir haçın süslediği ilk zirveye varıyoruz. Ünlü Wolfgangsee gölünün bir kısmı görünmeye başlıyor. Harikulade bir manzara sunuyor. İçim cız ediyor. Gerçekten merak ediyorum. Böyle bir ortamda yaşayan biri neden bizi kıskanır acaba…

Ya, buradakiler belki bizi kıskanmıyordur. Ama, ben de onları kıskanmıyorum. Bizim sonsuz deniz sahillerimiz var. Napıyım el kadar gölü… Banyodaki küvete girerim daha iyi. Bu ne ya.

Çeviriyorum başımı. Ama galiba hızlı çevirmişim boynum tutuluyor biraz. Hasbinallah. Sakin olalım.

50 metrelik bi iniş sonrası Zwölfhorn CP’deyim. Ya arkadaş, Viyana’ya doğru sefer mi düzenlediniz. Ordu mu geliyor arkadan. Kim yiyecek bunca şeyi. Sen bizdeki bolluğu bir bilsen, yaptığından utanırsın. Müsriflik ne ayıp. Cık cık cık…

İstasyonda bu sefer dinleniyorum. 20 km bitti, şimdiden 3:30 saat oldu. Bir de üstüne ölü gibi yoruldum. Önümde sadece 100 metrelik bir çıkış var ama dikliği dudak uçuklatıyor. Sanırsın dağcılık yapmaya geldik. Ne baton kar ediyor, ne ıkınma. Düz duvar mübarek.

“Hay ben sizin yapacağınız parkura” diyecektim ki, önümdeki kişinin yarışçı olmadığını anlıyorum. Neredeyse yaşlı ve şişman bir teyze. O da bizimle yürüyor.

Yok artık. Bunlar yürüyüş yapan ev teyzeleri ise, yarışçıları nasıl ki bunların.

Ya adamlar bu dağlarda doğmuş büyümüş. Benim gibi ilk kez 55 yaşında dağa çıkmamış ki. Bizim spor diye yaptığımızı o akşamları gezinti diye yapıyor.

Moralim bozuluyor biraz. Ikına sıkıla tırmanıyorum. Burası yarışın en yüksek noktası. 1520 metre. Daha büyük bir haç dikmişler buraya da. Gölü asıl buradan görmeli. Seyir terasları var. Birine yaslanıp seyrediyor ayaklarında azıcık nefesleniyorum. Teyzeler gayet sakin konuşa konuşa arkadan yetiştiler. Fesüphanallah.

Zirveyi aştım ya gerisi kolay - demiyorum. Biraz akıllandım.

Yerden fışkıran odun köklerinin kapladığı bir alanda, basacak yer bulmak için çabalayarak yaklaşık 7 kilometre iniş yapıyoruz. 4,5 saat olduğunda, 540 metre rakıma inip Sankt Gilgen CP’deyiz.

Herkes yollara dökülmüş alkışlıyor. Bakıyorum etrafıma. Ulan yoksa Kipchoge falan mı geliyor ardımdan. Yoooo. Beni alkışlıyorlar.

Delirdiniz mi yahu… Neredeyse topallıyarak geçiyorum iki sıra alkış tufanı arasından. İlginizi çeken ne acaba. İddiaya mı girdiniz, kapıya varamadan ölür bu herif falan diye, anlamadım ki…

O değil de, Wolfgangsee’nin en güzel sahillerinde burası. Gölde yelkenliler, kürekçi tekneleri, küçük hız motorları ve çok büyük olmayan (cuddy irisi) motoryatlar dolaşıyor. Yüzenler, su kayağı yapanlar, sörfçüler, her türden su sporcuları dolu gölde. İmrenerek bakıyorum bir an. İçimden suya girmek için dayanılmaz bir istek yükseliyor.

Sonra sakinliyorum. Üstüme başıma su tutturuyorum, biraz serinliyorum. Gölü seyrediyorum biraz.

Aman canım, sonuçta göl işte. Ucu, bucağı belli. Sınırsız denizin yerini tutar mı hiç. Acıdım valla garibanlara. Ülkenin denizi olmayınca böyle gölcüklere mahkum kalmışlar işte. Ne kıskanacağım.

Nedense o sırada su içmek isterken sağ taraftaki suluğu birden hırsla sıkmışım, kapağı uçtu gitti. Bulamadık düştüğü yeri iyi mi… Kaldım mı şimdi tek suluğa.

Bir sonraki istasyon 12 km ileride. Hava oldukça sıcak. Yapacak bir şey yok. Gölün çevresinde bir süre gidip, önce 200 metrelik kolay bir orman yolu çıkışı ve hemen ardından benzer özellikte inişi sonrası dağa doğru yükselmeye başlıyoruz. 5,5 saat olmuş, 32. km’deyim.

Bu yokuş adam akıllı zorlu. Zemin de gittikçe bozuluyor. Göl kenarındaki patikadan sonra hiç çekilmiyor. 5 km içinde 850 metre kadar yükseliyoruz. Çevremde homurtular var. 1200 metre yükselindiği konusunda ısrarlı olanlar çoğunlukta. Öndekileri bilmem ama, yanımdakilerin keyfi yok.

Zirveye yakın bir istasyon var ama 2 km uzakta. Hiç suyum kalmadı. Başım dönmeye başlıyor. Bir ara yokuşun hiç bitmeyeceğini düşünüyorum. Tam umudumu kesmişken, yolda küçük bir oda şeklinde yapı görüyorum. İçinden birileri çıkıyor, ellerindeki bardaklardan su içiyorlar. Önce tuvalete benzettiğim bu yerin aslında küçük bir çeşme ve onu koruyan bir odacık olduğunu anlıyorum. Saldırıyorum hemen suya. Bu kadar mı güzel, soğuk ve lezzetli bir su olur. Alp dağlarındaki kaynaktan geliyor olmalı. Resmen hayatımı kurtarıyor.

Zirveden sonra dağın diğer yamacından inip, göl kenarına yeniden bağlanıyoruz. 42 km olmuş sahile vardığımda. 8,5 saat sürmüş. İnanılır gibi değil. Bodrum’da ilk 50 km yarışımı 7 saatte bitirmiştim de tüm ekibe alay konusu olmuştum. Şu hale bak.

Sahil düzlüğü boyunca biraz hızlanayım diyorum. Yine de 7-8 pace’leri geçemiyorum. Sonra yine susuzluk başıma bela oluyor.

Kenarda sık sık halk toplulukları var, her geçeni alkışlıyor, çocuklar ellerini çakıyor. Böyle bir yerden geçerken gözüme genç birini kestirip su istiyorum. Eliyle “Bir Saniye” işareti yapıyor ve hızla fırlıyor. Gölün kenarında, Alp dağları tarzındaki dik çatılı, güvercinlikli pencereleri olan 3 katlı şirin bir eve dalıyor.

O kadar bitkinim ki, o sırada ayakta duramıyorum, bir basamağa oturup bekliyorum. Az sonra buz gibi su doldurduğu kristal bir sürahi ve bardak ile geliyor. Teşekkür ediyorum.

Kısa bir sohbet ediyoruz. Kim olduğumu, nereden geldiğimi soruyor. O da bir kez bu yarışa katılmış. Bitirememiş. Çok iyi göründüğümü söylüyor. Oysa ben kalkmak gitmek istiyorum hemen ama halsizlikten bir türlü doğrulamıyorum. Dinliyorum uysalca…

Öğretmenmiş ilkokulda. Eşi ev hanımı. 3 oğlu varmış. Kapıdaki Audi onunmuş. Eşininse küçük bir Polo’su varmış. Eşi de gelecekmiş kenarda alkışlamaya ama çocuklar durmamış, tekne ile açılmışlar. Hayır yelkenli değilmiş. Bir tane de 2 kişilik küçük bir sürat deniz motorları varmış. Ama daha çok bisiklete binmeyi seviyormuş.

Canım iyice sıkılıyor. Bıraksam yarış sonuna kadar konuşacak herhalde.

Zaten söyledikleri de şüpheli hep. Ev belki kiralık. Belki kendi veya eşinin babasına ait, ya da miras. Nerden çıkardım ki öğretmen maaşı ile aldıklarını.

Çok teşekkür edip kalktım. Gözüm kenardaki Canyon’a takıldı. Canım biraz daha sıkıldı ama, ne kıskanacağım.

Benim de Cannondale bisikletim var. Hıh…

Yine de şükranlarımı sunuyorum. Sayesinde 45. km’de St. Gilgen’deki istasyona ikinci kez ulaşabildim. Hala yemek yiyebiliyorum. Bolca su içtim. Yanıma jel aldım. Suyumu doldurdum. Yerlere biraz daha suluk kabının uçan parçası için bakındım, yine bulamadım. Çaresiz devam ettim.

İki göl arasını kestirmeden, ancak çok sarp bir araziden geçerek ilerliyoruz. 7 km sonra, 200 metre kadar irtifa kazanarak, son bir kaç km ise düzgün kasaba yollarından geçerek başlangıca dönüyoruz. Yine Fuschl am See’deyiz. 52 km. 10,5 saat oldu.

Ben daha giriş yaparken bir görevli numaramı görüp çantamı hazırlamış. Alana girer girmez çantamla birlikte koluma girip yol göstererek bir banka oturtuyor.

Drop bag’den sadece power bank alıyorum. Kısa bir dinlenme ile devam ediyorum. Bu sefer gölün Kuzey tarafındayız.

Manzara inanılmaz. Uzun tüylü inekler geziniyorlar her yerde. Aralarından geçiyoruz. Ancak arazi çok sert. Yol almak işkenceye dönüyor. Yerden fışkıran ve tüm araziyi kaplayan ağaç kökleri arasında yürümek bile çok zor. Rakım çok artmıyor ama sürekli iniş ve çıkışlarla toplam 400 metre kadar yükseklik kazanıyoruz. 11 km sonra Hof kontrol noktasındayız. 63 km. 13 saati aştık.

Burada yemek yerken zorlanıyorum. Jel alıyorum. Tuz tableti ve az miktar su. Bir kaç portakal dilimini ağzımda sıkıyorum. Çok tatsız geliyor. Aşırı yorgunum. Otursam kalkamam herhalde. Beklemeden devam ediyorum.

Sonrasında hava kararıyor. Kafa lambaları yakıyoruz. Aslında saat 22’ye kadar hava alacakaranlık ama bir ormana daldığımız için görüş kısıtlı. Çok sert ve tehlikeli bir parkurda bir inip bir çıkıyoruz. Az önce 30 dakikada çıktığım 1 kilometreyi 20 dakikada ancak iniyorum. Bir kaç kere uzaklardan, bizimkilere göre oldukça cırtlak sesli ambulans sirenleri duyuyorum. Muhtemelen birileri hızlı inmeye kalktı. Bu arazide düşenin Allah yardımcısı olsun.

İniş çıkışlarla toplam 500 metre kadar rakım kazanıp sonunda sağ salim Koppl istasyonuna varıyorum. 73. km burası. 16 saattir yoldayım. Gecenin 11’i oldu.

Şimdiye çoktan bitirmiş olmam gerekiyordu. Bir türlü ilerleyemiyorum. Hiç halim kalmamış. Sadece 10 km kaldı ve daha 4 saatim var. Ama içimden bırakma isteğini sökemiyorum bir türlü. Su bile içemiyorum.

Babadan kalma bir yöntem olan “power nap” (güç toplamak için şekerleme uykusu) yapmak geliyor aklıma. Yağmurluğumu geçiriyorum üstüme. Saate 20 dakikalık bir timer kurup bir şezlonga uzanıyorum.

Başımı koymamla dalıp gitmem bir oluyor. Sonra birkaç görevlinin omuzumu sarsmaları ile uyanıyorum. Saatim cayır cayır ötüyor ama uyandırmaya yetmemiş. Sağolsunlar yardımcı oluyorlar. Böyle şekerleme yaparken haber vermemi tavsiye ediyorlar.

Kalkıyorum. Aha!.. Oldukça iyiyim. Hemen bir iki ufak kek parçası atıyorum ağzıma. Biraz su içiyorum. Bir de jel alıyorum.

Gece iyice kararmış. Son derece dik bir yokuşu tırmanmaya başlıyorum. Her dönemeçte sonrası iniş diye bekliyorum ama bir türlü iniş başlamıyor. Ama jel ve uyku sayesinde yine de makul bir hızla çıkıyorum.

Sonuna doğru basamaklar çıkıyor ortaya. Yüzlerce ve yüzlerce basamak çıkıyorum. Toplam yükselmem şimdiden 4.300 metreyi buluyor. Yaklaşık 1.500 kat demek. Yani yaklaşık 30.000 basamak. Daha beteri, bir o kadar da inişi var bunun. Her adımda darbe alarak.

  1. katta oturan akrabanıza giderken kendinizi merdiven kullanırken düşünün bir.

Sonunda beklediğim iniş de başlıyor. Ancak çoğu yuvarlak ve dengesiz kaba odundan yapılan basamaklarda zorlanıyorum. Belki dinlenmiş durumda olsam bu kadar zor gelmez ama, her adımda quadlarımdan acı fışkırıyor. Hareketlerime tam hakim değilim.

Şekerleme yaptığım CP’den 7 km sonraki son istasyona 1 km kala çelik basamaklı bir iniş alanına geliyorum. Burada uykunun ve jelin faydası tükeniyor. Çok zor inerek varıyorum ZIB noktasına.

Sadece su var bu istasyonda. İçemiyorum. Görevli bana biraz moral veriyor. “3 km kaldı. Bitirdiğinde gerçekten çok büyük bir iş başarmış olacaksın” diyor. Gülümseyip peki diyorum. Ama hiç umurumda olmadığını da fark ediyorum. Artık ölsem de kurtulsam aşamasındayım. Nasıl oldu da 80 km’de bu hale geldim ben.

Biraz zamanım var hala. 20 dakika kadar oturuyorum. Belki 50 kişi yanımdan geçiyor. Son 20 km’dir bir o kadar daha kişi beni geçti gitti zaten. Umurumda değil.

Başta ne kadar iyiysem, sonlarda o kadar kötüyüm. Biliyorum nedenini aslında. İş yoğunluğu yüzünden son 4-5 aydır neredeyse hiç uzun antrenman yapamadım. Eski gücümde değilim. Bu yaşta yeniden toparlanmak da çok zor.

Sonunda zar zor kalkıp yokuşa vuruyorum kendimi. Çoğu yine basamaklardan oluşan dik yokuşlarda 300 metre kadar rakım alıp, benzer basamaklardan inerek şehir merkezine yakın bir yerde caddeye ulaşıyorum.

Son km şehir içinde. Gecenin 2’si olmuş ama nehirin iki yanı insanlar, açık dükkanlar, barlar, lokantalar ve kafelerle dolu. Gençlerin daha fazlası ise nehir boyunca sağa sola yerleşmiş. Her iki yakadan ıslıklar, haykırışlar, zil çalmalar ve alkışlar yükseliyor.

Yine şüpheye düşüyorum, göremediğim bir şey mi var diye. Bakıyorum çevreme. Hayır, yalnızım bir süredir.

Yahu, şaşırdımız mı. Neredeyse Cut-Off saati geldi. Diskalifiye olmak üzereyim. 19 saati geçmiş sürem. Neyi alkışlıyorsunuz.

Yoksa dalga mı geçiyorlar diye şüpheleniyorum bir an. Yüzlerine bakıyorum.

Hayır. Son derece içten bakışlar. Ellerimi kaldırıp selam veriyorum. Bir coşku çığlığı ile karşılık veriyorlar.

Herhalde yaşım yüzünden olmalı bu alkışlar. Tamamlayabilmem için destek veriyorlar.

Sonunda Kapitelplatz’daki finiş alanına ulaşıyorum. Dinlenme alanına geçiyorum hemen. Çöküyorum bir şezlonga.

Bir genç gelip isteklerimi soruyor. Açıkçası suyum ve yanımdaki yiyecekler duruyor hala. Sıcak bir şey var mı diye soruyorum. Kağıt bardakta çorba getiriyor. Çok uğraşıyorum ama az bir şey içebiliyorum.

Soğuk iyice etkilemeye başlıyor beni. Gidip çantamı alıyorum. Üstüme 2 kat kuru giysi, altıma uzun tayt geçiriyorum.

Çantanın içine güzel bir madalya, finiş sırasında çekilmiş 2 fotoğraf ve gümüş renkli bir çerçeve koymuşlar.

Biraz kendime gelince 1,5 km ötedeki otele yürüyorum. Gece girişleri için kartla çalışan yan kapıya giderken ana kapı açılıyor. Yarışa giden çok kişi olduğu için bir görevli koymuşlar kapıya. Su ve muz ikram ediyor.

İşte bunlar hep kıskançlıktan diyorum içimden. Havalı bir yarım ağız teşekkür ediyorum. Beni üstün görmese böyle ikramlarda niye bulunsun di mi yani…

Duş falan derken gecenin 4’ünde ancak uykuya dalabiliyorum.

Kahvaltıyı kaçırmamak için 10:30 gibi kalkıyorum, terastaki panoramik manzara eşliğinde açık büfeye dalıyorum. Nasıl acıkmışım.

Sonunda topallayarak kalkıyorum. Servise bakan genç hanım iki başparmağını da dikerek gülümsüyor. Eşimle beraber başımızı eğip kral ve kraliçe edasıyla karşılık veriyoruz.

Aysun şaşırıyor ama bana normal geliyor. Artık bunların nedenini biliyorum.

Düz yol gibi gidilen ama adı patika olan yarışlar sadece bizde var. Zavallılar aynı mesafe için ne arazilerden geçiyorlar, ne işkenceler çekiyorlar. Oysa bizim patika yarışlarımızın anca çeyreği teknik parkur.

Haliyle bizi kıskanıyorlar.

33 Beğeni

Yürüyüşçü teyzelere geçilmek psikolojik yıkım olmalı, yazıda maksimum ve minimum rakım bilgisini bulamadım rakımda farkı da insanı çok etkiliyor, Bolivya arjantin gibi bir takımı dünyanın en yüksek stadına götürüp yenmişti. Tuz hakkında pahalı bulduğumuz şeyler fiyatı tuzlu dememizde bir zamanlar tuzun para yerine geçtiği dönemden kalma bir alışkanlık.

2 Beğeni

545 min. 1550 max. yükseklik vardı. Başlangıç rakımı 600 civarındaydı.

Yürüyüşçü teyzeler diyorum ama, en yaşlısı bile benden en az 15 yaş gençti. Bana “Abba” (Baba) diyorlardı. Moral bozacak bir şey yok yani :grinning:

Teşekkürler :pray:

7 Beğeni

Gülerek okudum bu sefer .Rapor için ellerinize koşu için ayaklarınıza sağlık .

2 Beğeni

Biz de Kaçkarlarda dik yamaçları ayağımızdaki teknik botlar elimizdeki batonlarla tırmanmaya çalışırken ayağındaki lastiklerle, zorlanan arkadaşların sırt çantalarını alıp koşarak tepeye çıkıp bizi seyreden yöre çocuklarını görünce azıcık bozulmuştuk :))

3 Beğeni

Nefis bir yarış Mozart l… Ayaklarınıza ellerinize sağlık, tebrikler…

3 Beğeni

Çok güzel bir yazı ve bitiriş için de tebrikler Konaklama,ulaşım, kayıt ve diğer masraflar hakkında bilgi verebilirimsiniz. @fatihtosun

3 Beğeni

Daha önce benzer bir sorusu için bir başka kardeşime verdiğim yanıtı kopyalayım.

Biz THY Salzburg seferi ile gittik geldik. Rahat ama pahalı bir seçenek. Corendon, Sun Express gibi hava yolları ile daha uygun seferler bulunuyor.

Bir diğer seçenek ise Viyana veya Münih üzerinden trenle aktarma yapmak. 15-20 € tren bileti ile her ikisinden de 90-100 dakikada ulaşılıyor. Toplamda çok daha ucuza, (40-50 € gibi) maloluyor.

Biz ana tren istasyonu yanındaki Arte hotelde kaldık. Kahvaltının dahil olması, her gün baştan doldurulan minibarın ücretsiz olması avantaj. Ayrıca havaalanından 2 nolu tramvay otelin hemen yanına kadar gelip, aynı yerden havaalanına gidiyor.

Ancak yarış noktası 2 km kadar uzakta. Yarış sonrası yürümek zor olabilir. Yine de şehirde güvenlik sorunu yok. Sorun olmaz. Daha yakın merkezi oteller çok daha pahalı.

Şehir çok küçük. 2, en fazla 3 günde görülecek her yere gidilebilir. Nehir gezisi tatsız. Su düzeyi yetersiz diye gerçek turdan çok daha kısası yapılıyor. İn-bin otobüsler varsa da, hemen her yere yürüyerek gidilebilir, gerekli değil.

Mozart kafenin ünlü Nockerl’ini hiç sevmedik. Para tuzağı bence. Ya da tadını alacak saray görgüsü bende yok. Ama diğer Avrupa şehirlerine göre biraz daha hesaplı bir şehir olduğunu söyleyebilirim.

7 Beğeni

Ben de fi tarihinde kosmustum. O zaman 632 basamak saymisim :smiley:

6 Beğeni

Dayanamadım, bu yoruma cevaben :arrow_right: :kissing_closed_eyes::+1::ok_hand:

3 Beğeni

Bu güzel yazıyı keyifle okumak için sonraya bırakmıştım, vakit ve keyif bulunca uzun uzun okudum,

Şahane gerçekten, emeğinize sağlık.

Teknik soru : ayakkabı tercih/tercihiniz nasıldı, bugün olsa aynılarını tercih eder miydiniz.

2 Beğeni

Çok teşekkürler.

Yarış zamanı, yağmur olasılığı söz konusu idi. Önce Salomon SpeedCross 6 kullanmayı düşündüm. Ancak son iki gün yağmur yağmadı. Fikrimi değiştirerek Adidas Terrex Swift R3 kullandım. Hiç bir sorun yaşamadım. Galiba iyi bir tercihti.

Ancak parkur, tesadüfen, ideal zamanındaydı. Öncesinde yağan yağmurlarla sıkılaşmış, sonraki güneşle kurumuş, kaymayan, tozmayan bir yapısı vardı. Ayakkabı nedeniyle sorun yaşayan duymadım. Ama çok sayıda bitiremeyen olduğunu hatırlamak ve sorunların ne kadarından haberdar olabileceğimi de hesaba katmak gerekir.

İnişlerin büyük bir kısmının çok dik olması, ayak parmak uçlarının buruna yapılan baskısını son derece artırıyor. Bu konuda hiç taviz verilmemeli, en ufak sorunda yeniden uygun şekilde bağlanmalı veya sıkılaştırılmalı. Yoksa yarışın son inişi olur. Bir kaç dakikaya tamah eder de, bu şekilde inmeye devam ederseniz, yarış ya yarıda kalır, ya da sonrası yürüme, hatta sürünme hızıyla biter.

Kullanacağınız taban yapısı hava koşullarına göre değişebilir. Ancak boynu iyi bağlanabilen ve ucu biraz bol olan bir modeli, kilometrede 200-250 metre iniş yapılan bir parkurda deneyerek tercih etmenizi öneririm.

Terrex, içine kolay yabancı madde kaçmayan bir yapıda. Oldukça korumalı. Yarış boyunca taş kaçmadı. Ancak kaçarsa, ayakkabıyı çıkarması, tekrar giymesi ve bağcıkları ayarlaması gerçekten uğraştırıyor. Salomon ise, Quicklace bağcık sistemi ile kolayca çıkarılıp giyilebilir ve ayarlanabilir. Örneğin çıkarken gevşetir, inerken sıkabilirsiniz (bu büyük konfor sağlıyor) ve sadece 3-5 saniyenizi alır.

Diğer markalara da uyarlanabilen bu tip hızlı bağcık sistemlerinin de ayrıca var olduğunu hatırlatmama izin verin. Yalnız elastik olanlar her ne kadar triatlonda kurtarıcı ise de, arazide hiç işe yaramazlar, bu konuda dikkat gerekir.

Muhammed Ali’nin dediği gibi, “Seni tırmanacağın dağ değil, ayakkabındaki küçük taş parçası bitirir.”

Ayağınıza taş değmesin.

7 Beğeni