Marmaris Ultra Trail

Mint organizasyonun ilk kez düzenleyeceği bu yarış sonradan takvimime girmişti. Aslında seneye koşacağım 100 kmler için bir basamak gibi düşünmüştüm yarışı. Sonra bu sene işler istediğim gibi gitmediği için seneye de aynı mesafeleri koşma kararı alınca yarış planlarım çok boşa düştü. Amaçsız ve keyif için geldim Marmaris’e. Açıkçası güçlü bitirebileceğimi hiç zannetmiyor 50lerden sonra işkenceye ne kadar katlanacağımı merak ediyordum.

Beni geçelim.

Yarış yağmur altında başladı. ilk 3 km düz sahil kenarı koşusu sonra orman yolunda çıkışı daha çok, arada sırada inişli bir parkur başlıyor. Geneli koşulabilir. 16. km civarı yarış patikaya dönüyor ve yarışın iki en keyifli kısmından birine giriş yapıyorsunuz. Önce hafif bir tırmanış, sonra güzel ve uzun bir iniş.

Daha sonrasında yine orman yolunda ilerleyiş devam ediyor. bir köyün içine yaklaşıyorsunuz. Teknik toplantıda orman gözleme evi demişlerdi. Şu çok yukarıdaki yer değildir herhalde diye içinizden geçirirken, yol hafif kıvrılıyor ve o gördüğünüz zirveye doğru tırmanış başlıyor. Burası ilk başları değil ama özellikle 30-32. kmler arası gerçekten zorlu. Zorlu derken, yoruyor. Tehlikeli bir yer değil. Bence yarışın en keyifli yeri. Sonrasında yukarıdaki manzarayla mükafatlandırılıyorsunuz. Yarışın teknik kısmı burada bitiyor.

Sonrasında orman yolunda 9 km civarı inip baraj kenarına geliyoruz. Hava güzel olsa çok daha güzel görünürdü ama kapalı havada da oldukça güzeldi. Uzun bir süre baraj kenarında koştuktan sonra çok uzun bir çıkış başlıyor. Bu çıkışın ilk kısmı yürütüyor. İkinci kısmı çok az yürütse de genelde koşturuyor. Yağış burada etkisini arttırmaya başlıyor. Cpden çıktıktan birkaç km sonra asfalta giriyorsunuz.

Uzun bir iniş, sonra hafif çıkış. Sonrası full iniş. Fakat yağmur işte tam da bu sırada öyle felaket yağıyor ki anlatamam. Hayatımda koşarken bu kadar ıslanmadım.

Kendime dönecek olursam, iyi koştuğumu düşünüyorum. 30 gibi bir korktum, parkur sertleşince, bilmediğim parkurda fazla mı yüklendim acaba diye. Fakat son 10 km kimse beni yakalamasın diye çok güzel basacak kuvveti içimde tutabilmişim. 76 aktı gitti gerçekten. Hava bozdukça, durmamak için savaşmak da bitiyor. Ne kadar erken bitirilirse kar ve durmak hipotermi riski olabilir( yağmurluğumu durmayacağımı düşünerek giymedim).

Yarışı genelde 6. ve kategoride 2. bitirdim. Bizden bir süre sonra ise yarış durduruldu(76 km). Çok doğru ve yerinde bir karar.

Organizasyon mükemmeldi. Bir yerde işaretleri kaçırdım ve kesinlikle sorun bende değildi ama olur böyle şeyler :slight_smile: onun dışında parkurun her yeri çok güzel işaretlenmişti. Cplerde herkesin sohbeti o kadar iyiydi ki, durup konuşasım geldi. Çok durmadım CPlerde. Bu sefer patates vardı. Tek suluğumu doldurup çeyrek dilim patatesi tuza banıp kaçtım. Diğer tüm yemek ihtiyacımı yanımda taşıdığım jellerden sağladım.

Asla durma podcastinde @singer26 nın besin tüketirken yürüdüğünü duydum. Yarışta deneyimledim. Kesinlikle orada yarım dakika gibi bir süre yavaşlamalar çok işe yaradı. Çok teşekkürler.

Yarışın videosu için burayı tıklayabilirsiniz:

37 Beğeni

Zor bir yarışa rağmen şahane video olmuş, fazlasını beklemek bencillik olurdu :slight_smile: ayağına sağlık, 100 lerden çabuk vazgeçme​:grin:

5 Beğeni

Çok teşekkürler. 100lerden kesinlikle vazgeçmedim. Çok heyecanlandırıyor düşündüğüm vakit. Ama bir sene erteledim. Sonrasında kesinlikle peşindeyim.

6 Beğeni

Ayaklarına sağlık Gökhan.

Emre Singer’in Fatih Topçu ile sohbeti güzel bilgiler içeriyor. 82 dakikayı 2 kez izledim. İkincisinde notlar alarak izledim. Performans odaklı koşmasına rağmen, yeni başlayanlar için de kendi tecrübelerinden yerinde bilgiler aktarmış.

Çok farklı zeminlerden hem ıslak hem de kuru iken geçtin. Ayakkabılar ıslak asfaltta da sorun çıkarmadı sanırım. Hangi marka/model kullandığını merak ettim. Asfaltta, kayalarda ve çamurda kayıp kaymadığı, taşli çakıllı zeminde konfor hissi vb…

Bir de o yağmurda ve eforda yağmurluk giymiş olsaydın islanmaktan kurtulabilcek mıydın. Şunu kastediyorum… o eforda teri boşaltabilecek miydi… ki yağmurluğun dışı yağmur ile sürekli islaniyorken, içerideki teri dışarı atabilir miydi herhangi bir yağmurluk. Geçenlerde 1 buçuk saat çisenti yağmurda eforlu (hava sıcaklığı 5 derece olmasına rağmen terledim) koşarken içeriden terimle ıslandım. 10K schmerberlik İnov8 yağmurluk. Rüzgar da yoktu, hiç giymeseydim daha iyiydi.

Hava sıcaklığı, rüzgar, hız ve efor (ter miktarı), yağmurun şiddeti… Bunlar yağmurluğu giyip giymemek için gerekli parametreler.

Bu arada 500 olmuş :slightly_smiling_face:

7 Beğeni

Bu yarışta balçık gibi olan zemin dışında genelde orman yolunu ve asfaltı kuru ve ıslak geçtim. Teknik sayılabilecek, ayak burkacak zemin yokuş yukarı ve yokuş aşağı 2şer km olmak üzere toplamda 4 km civarı. Ben North facein summit vectiv pro 2sini giydim. Teknik bir pakurda ayak burkmama neden olabilirdi ama bu tarz yarışmalar için gayet iyiydi. Asfaltta da oldukça hızlı olduğunu düşünüyorum. Yokuş aşağı da beklediğimden iyiydi. Tek sıkıntım stabilizasyon için iki taraftan da karbon tabanı dışarı çıkarmışlar, stabilizasyonu sağlıyor ama ayakların o noktalara denk gelen kısımlarında su toplaması veya kanama var. Bunu bir sonraki sefer bant ile çözebileceğimi düşünüyorum. Teknik bir parkurda NNormal marka ayakkabımı giyerdim. Uzun yolda TNF’Ler yaralanma dışında oldukça konforluydu.

Yağmurluk bence 0a yaklaşan havalarda ya da yürürken işe yarıyor. Bu yarışta yapmurluğu giymeyi hiç düşünmedim, çünkü hava 15 derece civarıydı. Hadi yukarılar da rüzgarla hissedilen 10 olsun(yer yer diyelim). Yağmurluğu giydiğim anda terden rahatsız olacağımdan yüzde yüz emindim. Zaten bir kere ıslandıktan sonra da yağmurluğun manası kalmıyor. Her halukarda yağmurluksuz olduğumuzdan, koşmaktan başka çare de kalmıyor :slight_smile:

Sık sık eldiven giyip çıkararak kendimce ısındım :slight_smile:

Evet 500 oldu. Çok mutluyum. Çok da güzel geri dönüşler almaya başladım son zamanlarda. Motivasyon oluyor :slight_smile:

14 Beğeni

Sürekli yağan bir yağmurda ve eforlu koşulacaksa hiçbir yağmurluğun fayda edeceğini sanmıyorum. Nefes alan yağmurluk çok ütopik geliyor. Dışarıdan ıslanmasan bile içerden kesinlikle ıslanıyorsun (az yada çok). Çantada ıslanmamış bir yedek iç giysi yağmurdan sonra ilaç gibi. (Tabiiki yğmur durursa ). @ggg seni dikkatle takip ediyor takdir ediyoruz. Tebrikler

7 Beğeni

MARMARİS ULTRA VLOG

Merhaba, Yaklaşık 1 sene önce koştuğum 30 km’nin süresini, bu sene çok sıkı çalışarak ve istikrarla devam ederek 4,5 saatten Marmaris Ultra’da 3 saate indirdim. Koştuğum mesafe sık sık iniş çıkışlarla dolu bir parkurdu. Fakat inişler sandığım kadar kolay olmadı. Genellikle single track ve taşlı zeminlerde inişler vardı. Organizasyona gelecek olursam CP noktaları mükemmeldi. CP noktalarında gönüllü olan ve bize destek veren herkese teşekkür ederim. Tek eleştireceğim konu; bu kadar güzel ve eksisiz bir organizasyonun madalya konusunda biraz daha özenli olmasını beklememdi. Basit bir şekilde yapılmış gibi geldi ama ilk defa düzenlenen bir yarışın organizasyon, işaretlemeler, teknik ve sistem açısından çökmemesi biz koşucular için daha önemlidir. Burada yazdığım her şey 30 km için geçerlidir. 78 km ve 46 km parkurunda yaşanan bir durum varsa bilgim yoktur. Bu parkurlarda koşanlar kendi deneyimlerini yorumlarda belirtebilir. Son olarak, Başarıya giden yolda başarısız olmaktan korkmuyorum pes etmekten korkuyorum. İzlediğiniz için teşekkürler.

Beni takip etmeyi, beğenmeyi ve yorum atmayı unutmayın. Instagram: https://www.instagram.com/ttuksal.mus…

8 Beğeni

Marmaris Ultra .

“Hale bak. 26 buçuk saat boyunca 6 pace ile koştuktan sonra hala ayakta durabilmen bile insanüstü. Ayrıca Spartathlon’da gerçekten çok başarılıydın. Yaptığın derece, 10 yıl öncesinin kürsü derecesiydi.”

“Abi, ben de bazen kendime şaşırıyorum. Geldiğim nokta benim için de inanılmaz. Ancak merak ettiğim, senin nasıl yıllar önceden bunları bildiğin. Aklım almıyor.”

“Nasıl?.. Neyi bilmişim?..”

“Koşuya başladığımız ilk aylarda bir ara bana hedeflerden bahsetmiştin. Önce kürsülere çıkacağımı, sonra şampiyonluklar kazanacağımı söylemiştin. İtiraf edeyim, içimden gülmüş, ne saçmalıyor bu adam demiştim. Nasıl bildin bunları.”

“Abartıyorsun bence. Nasıl bilebilirim ki geleceği. Kimse bilemez…”

Özgür Sancak’la birlikte yavaş tempo koşuyoruz. Marmaris Ultra yarışında, 76 K parkurundayız. Havadan sudan bir sohbet halindeyiz. Öğlen saatleri, hava çok güzel, parkur oldukça rahat.

Yarış, sabah 07:00’de, dümdüz sahil yolunda, gece boyu süren sağanak nedeniyle yer yer gölcüklerle kaplı ıslak kaldırımlarda, çiseleyen yağmur altında başlıyor.

İlk 4 km kolay. Güneş henüz doğmamış olsa da şehir içi aydınlık. Sahil yolu biterken alacakaranlık başlıyor ve ilk yokuşa varıyoruz.

Yokuş zorlayıcı değil. Koşarak çıkılabiliyor. 2 kilometrede 160 metre irtifa artıran kısa yokuş bitince, benzer eğimle inişe geçiyoruz Sonraki kısımlar da orman yolu şeklinde, rahat koşulabilir yapıda. 10’uncu km’de Mezargediği kontrol noktası (CP) var.

İstasyon sonrası ortam iyice aydınlanıyor. Hava çok güzel, yağmur durmuş, serin rüzgar kesilmiş, terletmeyen bir ılık cereyan ile çok keyifli bir koşu. Artık nispeten arazi sayılır. Bundan sonrasında yokuş çıkarken koşmayı bırakıyorum. Benim gücümü aşıyor.

Bu arada Özgür dikkat çekmeye başlıyor. Önce Backyard, arkasından Spartathlon derken, koşu camiasında oldukça popüler oldu. Yarışa kayıtlı değil. Sohbet ederiz, arada hafta sonu uzunu çıkar diye yanıma geldi. Gezinti modunda. İstasyonlarda görenler hem şaşırıyor, hem seviniyor. Çevremiz Özgür’ün yakınında koşmak isteyenlerle, uzaktan da olsa kuşatılmış gibi.

Biz ise bu arada geçmişten, ilk 100 kilometre koşumuzdan konuşuyoruz. Yaklaşık 7 yıl öncesiydi. Çevremizde 100 km mesafeyi koşan kimse görmemiş, duymamıştık. Denizli’de maraton koşmak bile olağanüstü bulunuyordu. 100 km koşuya katılacağımıza ise kimse inanmıyordu bile. Şaka yaptığımızı düşünüyorlardı.

Eğitim alabileceğimiz kimse bulamamıştık. İnternet ortamından öğrendiklerimle her ikimize de başlangıç düzeyinde program hazırladım.

Yarış, gece 22:00’de başlayacaktı. Yaklaşık ilk 10 saat karanlıkta gidecektik. Gece koşusu nedir bilmiyorduk. Zorunlu malzeme listesi bize yabancıydı. Derme çatma topladık. Sırt çantamız yoktu. Dağ bisikletinin hidrasyon çantalarını kullanıyorduk. Bisiklet formaları ile koşuyorduk ve arkasındaki ceplerde malzeme taşıyorduk.

Yılbaşı zamanıydı ve gece çıktığımız dağların tepelerinde dondurucu rüzgarlar esiyordu. İstasyonlardaki dev ateşlerin başından ayrılmakta çok zorlanıyordum.

Saat 14:00’ten sonra bitirdiğimde Özgür çoktan tamamlamış, genelde 4’ncü olmuş, yaş grubunda ise ilk sırayı almıştı. Genel kürsüsünü kaçırdığı için morali bozulmuştu.

Daha o anda başlamıştım, henüz eğitiminin başında olduğunu, zamanla önce kürsülere, sonra şampiyonluklara, sonunda da rekorlara ulaşacağını, yurt dışına açılacağını, uluslarası başarılar elde edeceğini. Şüpheyle yere baktığını tabii ki ben de farketmiştim ama, ondaki potansiyel görülmeyecek gibi de değildi. Kendisine güvenmesini sağlamak yeterliydi.

Özgür’ün bir sonraki hedefi İznik Ultra 100 mil yarışıydı. Hemen ona elimden geldiğince yeni bir program hazırladım. Bense Barcelona Ironman için hazırlanmaya başlamıştım. Bundan sonrasında bir süre ayrı spor dallarında yarışlara katılacaktık.

Zamanla çok şey değişti. Ben 200 koştum, Özgür ise fenomen oldu artık.

Benim için, 3 hafta önceki Kapadokya Ultra 120 yarışının toparlanma koşusu bu. Zorlamadan yol alıyorum. İlk istasyonu geçtikten sonra, bir süredir nihayet arazi diyebileceğim bir parkurdayız. Teknik sayılmaz ama, sık sık orman geçişleri olan koşulabilir bir patika üzerindeyiz. 13 km sonra, hafif bir iniş sonrası, karayoluna yakın yerleştirilmiş ikinci istasyona, Yeşilbelde CP’ye varıyoruz.

İstasyon sonrasında, 2 km’ye yakın iniş bittikten sonra karşımıza Altınsivri tepesi çıkıyor. Nispeten yumuşak başlayan çıkış gittikçe dikleşiyor. Özellikle 30’ncu km sonrası, 1.5 km içinde 260 metre tırmanış yaptıran son bölüm tam bir arazi geçişi. Özgür bu arada soruyor,

“Buraya teknik parkur diyebilir miyiz?”

“Tam diyemeyiz aslında. Ne kadar dik olursa olsun, burada iyi kötü bir yol var.

Ama bu yarışlarda, arazi şartlarının düzgün olmadığı, çarşak arazi ya da dere yatağı gibi bölgeler, sert çıkış ve inişler teknik parkur olarak adlandırılıyor.

Spartathlon’dan bahsediyor.

“160 km sonrası 10 km süren dağ inişi var ya, işte ben teknik iniş diye ona derim. Ayağımdaki yol ayakkabısı ile, volkanik kaygan taşların üstünde, 45 derece eğimli alanda ayakta durmak bile zordu.”

Bu arada Altınsivri’nin tepesindeki binaya ulaşıyoruz. İniş de benzer bir teknik parkurdan mı acaba derken, tertemiz bir yoldan inişe geçiyoruz. 500 metre rakımdan deniz seviyesine kadar inen 7 km’lik bu inişle hem biraz dinleniyoruz, hem de pace ortalamamız düzeliyor.

Laf yine Spartathlon’a geliyor.

“Abi kızdın mıydı bana orda, hani kafa lambasının pili erken bitince bas bar bağırmıştım?”

“Yok be oğlum. Ne kızacakmışım. Tersine, hırsın beni mutlu etti. Hırs olmasa, böyle bir başarı nasıl elde edilebilir. Ayrıca o sırada 140’ncı kilometredeydin, 6 pace’in altında geliyordun, endorfin kafasındaydın.”

“Ya Ali abi ne dedi?..”

Burada Özgür’e destek olmak için gelen, Prof. Dr. Ali Zümrütbaş’tan bahsediyor. Kendisi onca yoğun temposunun arasında 3 gün ayırdı, 26 saat boyunca Özgür’ü her istasyonda karşıladı. Özgür’ün başarısında benden çok daha fazla payı var. Hakkı ödenmez.

“O da aynı şekilde. Kaldı ki ikimizin de beklentilerini fazlasıyla karşıladın. Ülkemizin en iyi derecesini açık ara gerçekleştirdin.”

“Bekliyor muydunuz gerçekten.”

“Ne beklemesi. Benim hiç şüphem bile yoktu. Yeter ki hastalık, kaza-bela falan olmasın.

Şimdiye kadar her sene sana yeni bir hedef belirledik, hepsini de kolayca gerçekleştirdin. Bu seneki hedefin de buydu.”

“Hatırlarsın, 8 sene önce, koşuya başladığımız ilk aylarda ne yapacağımı, neden antrenman yapacağımı bile anlamamıştım. Daha sonraları bir ara bana hedeflerden bahsetmiştin. 100 kilometre, hatta 100 mil koşularına katılacağımı, önce kürsüler, sonra şampiyonluklar, daha sonra da rekorlar kıracağımı söylemiştin.

İtiraf edeyim, içimden gülmüş, ne saçmalıyor bu adam demiştim. Şimdi bakıyorum, tamamına yakını gerçekleşmiş. Bunları diyorum. Nasıl bildin.”

“Nasıl bilebilirim ki geleceği. Kimse bilemez… Anlattığın çok farklı bir şey.”

“Nasıl yani…”

“Gideceğin yolu belirlemek gibi. Attığın okun düşeceği yeri tahmin etmek değil de, oku istediğin yere göndermek gibi.”

“Yani planlayarak mı yaptın her şeyi.”

“Ben önemli bir şey yapmadım ki. Zaten gerilmiş bir ok ve yay vardı, ben sadece hedefi gösterdim. Kalan her şeyi sen kendin yaptın. Daha o zaman sendeki temel açıkça belliydi. Sadece inanç ve tecrübe eksikliğin vardı. Durumuna uygun şekilde, kademeli olarak hedefler belirledik.

Sen gülmüştün belki ama benim kafamda 10 yıllık planın hazırdı. Sonuçta, hiç yanıldığım, oldu mu?..”

“Olmadı valla…”

“Birlikte planladık, sen de gerçekleştirdin. Bu kadar çalışma, emek, fedakarlık, elbette karşılığı olacak.”

Bu sırada anayoldan çıkıp, baraj çevresindeki patikaya varıyoruz. Fotoğrafçıların önünden geçerken Özgür kafasını çevirip yüzünü saklamak istiyor ama, hemen fark ediliyor ve pozlar verdiriliyor.

“Bir zamanlar” diyor Özgür, “adım duyulsun diye heveslenirdim. Şimdi tanınmamak için kuytulara saklanıyorum. Nereden nereye…”

Gülüyorum.

“Hayırdır, artist kaprisliği mi başladı şimdiden.”

“Yok abi ya… Beni ilk sıralarda görmeyenlere hesap vermek, dert anlatmak çok zor artık, o yüzden.”

Evet. İşin bir de bu boyutu var. ŞOK ŞOK ŞOK… Bir efsanenin çöküşü… Koca Özgür Sancak, orta sıralarda. Ne bilsinler bir ihtiyarı gezdirdiğini.

“Şimdi bile hızlansan kürsü yaparsın. Koş istersen.”

“Hayır. Programım bozulmasın. Hocama söz verdim. Böyle iyiyim ben.”

“İşte bu harika. Küçük hedeflerin peşinde koşmuyorsun. Yani artık bana ihtiyacın kalmamış, yolunu kendin seçebilirsin.”

“Yolu seçmek derken?..”

“Uzun vadeli planlar yapabilmek yani. Bunu, çocukluğumda hediye ettikleri ‘Alice Harikalar Diyarında’ kitabında okumuştum ilk kez. Yıllar sonra tekrar okuduğumda, tıpkı ‘Küçük Prens’ gibi, aslında büyüklere yazıldığını anladım. Sen okudun mu bu kitapları?”

“Hayır abi, okumadım.”

“Okusan çok iyi olurdu. Kitapları yakmaktan daha büyük bir suç varsa, o da onları okumamaktır.

Kitapta Alice, bir tavşanın peşinden tavşan deliğine düşer, tavşanı iki yol ağzında beklerken bulur.

‘Hangi yoldan gitmem gerekiyor’ diye sorar.

‘Bu nereye varmak istediğine göre değişir’ der tavşan.

‘Farketmez’ der Alice.

İşte tavşanın verdiği cevap, o zamandan beri hafızama kazınmıştır.

‘Nereye gideceğini bilmiyorsan, hangi yoldan gittiğinin hiçbir önemi yok. Her yol seni oraya çıkarabilir.’

Yani artık sen yolunu seçebilirsin.”

“Sağol abi. Bundan sonra her adımım planlı olacak zaten.”

“Yine de ölçülü olmak gerektiğini de hatırlatayım. John Lennon’un sözlerini unutma. ‘Hayat, sen başka planlar yaparken başına gelenlerdir’

Alternatiflere, beklenmedik gelişmelere hazır olmak, uyum sağlamak da gerekir.”

42’nci km’de, Baraj CP’ye ulaşıyoruz. Sohbetimize biraz ara veriyoruz. Özgür’e yoğun ilgi artarak devam ediyor. Haber almışlar herhalde yolda olduğunu, seremoni ile karşılıyorlar.

Burası aynı zamanda “Drop Bag” istasyonu. Çantadan kafa fenerini alıyorum. Muhtemelen gerekmeyecek olsa da, dağ burası. Güvenlik hafiflikten daha önemli.

Yaklaşık 4 km kadar barajın güney kıyısından yavaş tempo koştuktan sonra, yarışın en uzun çıkışına başlıyoruz. Sert değil. 12 km mesafede 600 metre rakım artışı var. Saat 12:30 gibi, bulutların toplanmaya başladığı da fark ediliyor.

45’inci km’ye geldiğimizde 200 metre rakıma ulaşıyoruz. Yağmur, önce 1-2 dakika çiseliyor, ardından hızla bir sağanağa dönüyor. Yağmurluklarımızı giyiyoruz.

Yağmuru pek ciddiye almıyoruz. Böyle havalarda koşmak artık bize ilginç bile gelmiyor, defalarca başımıza geldi. Aldırmadan tırmanıyoruz.

51’nci km’deki Seyirtepe CP’de haşlanmış patatesleri görünce, mola veriyoruz. İyi geliyor. Yağmur orta şiddette bir sağanak halinde devam ediyor.

Ancak saat 14:00 gibi, 49’uncu km’de, yağmur bir anda kuduruyor. Şiddetinden sırtımıza sopa yiyor gibi sallanıyoruz. Defalarca göz gözü görmeyecek bir şiddette yeri göğü birbirine katıyor. Ara sıra yamaçlardan küçük çapta heyelanlar da oluyor.

“Çok şiddetli yağıyor” diyor Özgür.

“Olsun. Ben yağmuru severim. Aklıma Victor Hugo’yu getirir.”

“Ne demiş ki yağmur için.”

“‘En çok yağmur yağdığında seviyorum Paris’i. Herkesin yüzü ıslak, başı öne eğik. Sanki herkes suçunu kabullenmiş gibi…’ demiş. Sezen Aksu misali, ‘Masum değiliz hiçbirimiz’ demeye getirmiş. “

“O zaman sen bir Paris yap abi. Hiç olmazsa bir kişi masum olsun” diye takılıyor Özgür.

“Maalesef, ben, özellikle ben, hiç masum sayılmam. Aklının alabileceğinden çok daha fazla hatalarım, hatta suçlarım var. Gönül kırdığım öyle çok anım var ki, ne hepsini birden hatırlayabiliyorum, ne de hepsini birden unutabiliyorum.

‘Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil’ der Yunus. Ben belki bin kere kalp kırmışımdır.”

“Nasıl yani.” diye şaşırıyor Özgür. “Ne şekilde kalp kırdın ki.”

“Ne bileyim, böyle düşünürken birden aklıma gelmiyor. Yardımcı olmamı isteyen birini terslemek, gereksiz yere çalışanlara bağırıp morallerini bozmak, hatta su satan bir çocuğun ısrarını dikkate almadan geçip gitmek gibi şeyler.”

“Böyle davranmanın başka nedenleri de vardır belki abi.”

“Ben de hatalarımın hepsine bir kulp takıyordum o zamanlar. Yok o çocuktan su alırsam, ailesi onu hep su satmaya gönderir, eğitimi aksar; yok sert ve otoriter davranmazsam hemşireler hastayı savsaklar falan. Hepsi bahane gibi geliyor şimdi.

Her gün kabahatlerimden muhakkak bir kaç tanesi bir şekilde aklıma düşer, kolum kanadım kırılır.”

Bir süre sonra zirveye varıyoruz. Rakım 650 metre. Heyelanlar nedeniyle bozulmuş yol, dere yatağı gibi olmuş. Bazı yollarda öyle çok su göllenmiş ki, nerdeyse havuza dönmüş. Takılıyorum biraz Özgür’e.

“Triatlon yaparken bazen geriye doğru yüzerdin. Yüzmemiz gerekirse ileri gidebilecek misin.”

Gülüyor,

“Akıntı yoksa giderim herhalde” diyor.

60’ıncı km’de Radar Kavşağı CP’ye varıyoruz. Yağmur hala çok şiddetli yağıyor. Mahmut Yavuz hocamız da burada. Denizli’de bir ultra yarış düzenlemesi için söz alıyorum. Biraz sohbet sonrası devam ediyoruz. Yol yağıştan dolayı oldukça bozulmuş.

“Şu halimize bak.” diyorum Özgür’e. “Dışarıdan bakınca, sanki kendimize işkence yapıyoruz. Oysa bir bilseler bu ortamın bizleri nasıl sakinleştirdiğini, ne kadar iyi geldiğini.

“Haklısın abi. Koşunun verdiği keyif anlatılmaz.”

“Doğru ama, o şekilde tarif etme bence. Asıl ulaşmaya çalıştığımız keyif, ya da daha düzgün ifade ile haz değil mutluluk olmalı.”

“Aynı şey değil mi. Keyif aldıkça mutlu olunmaz mı?.”

“Hayır, değil. Hatta tam tersi. Ancak çoğu insan bu hataya düşer.

Haz, bir zevk unsurunun varlığına bağlıdır. Genellikle fiziksel duyularla ilişkilidir. Örneğin, hoşunuza giden bir yemek yediğinizde, tat alma duyunuz hazzı tetikler. Bu uyaran ortadan kalktığında ise haz da son bulur. Yani kısa süreli ve yüzeyseldir. Ayrıca bağımlılık geliştirebilir. Uyaranın dozu artırıldıkça, psikolojik veya bedensel sorunlar yaratabilir.

Mutluluk ise, geçici, fiziksel uyaranlara bağlı bir his değildir. Daha derin ve anlamlı içsel bir durumdur. Kişinin yaşamına yönelik, uzun vadeli bir genel memnuniyet hissidir.

“Ben koşmaktan çok keyif alıyorum. Gittikçe de daha uzun ve daha sık koşmaya başladım. Bağımlı mı oldum ben şimdi? Yanlış mı o zaman bu.”

“Değil tabii. Koşarken alınan fiziksel uyarı, haz sağlamaz. Tersine acı, yorgunluk, açlık, konfor alanının dışına çıkarak korku, endişe gibi olumsuz sonuçlara yol açar. Ama bu zorlukları aşmak, zoru başarmak, önce bir miktar keyif verir. Ancak zorluklarla baş etmeyi öğrenme süreci, mutluluğa ulaşabilmen için bir olanak sağlar.

“Yani koşarak mutluluğu bulabiliriz. Ne kadar çok ve hızlı koşarsam, o kadar mutlu mu olurum?

“Kabul etmek gerekir ki, sen artık 3-5 km koşmaktan keyif alamazsın. Kimsenin kolay kolay yapamadığını başarman gerekir. Ancak, başarının doğrudan bir mutluluk kaynağı olmadığını tekrar hatırlatayım.

En iyisi, sana Einstein’ın ‘Mutluluk Teorisi’ni anlatayım.

1922’de, davetli olduğu bir kongreye katılmak için Japonya’ya gitmiş. Kaldığı otelde, bir kuryeye bahşiş vermek istemiş. Ancak Japon geleneğinde bahşiş almak olmadığı için kurye bunu kabul etmemiş. O da el yazısıyla bir yazı yazmış ve kuryeye vermiş. Verirken, ‘Bunu sakla, zamanla çok değerlenecek’ diye de uyarmış.

Gerçekten de bu not, kuryenin yeğeni tarafından 2017’de satışa çıkarıldığında, Kudüs’teki bir açık artırmada 1.5 milyon dolara satılmış ve bilinen en yüksek bahşiş olarak kayıtlara geçmiş.”

“Hadi ya!.. Ne yazmış ki kağıda?”

“Basit bir öğüt aslında. ‘Dingin ve mütevazı bir hayat, sürekli huzursuzluğun eşlik ettiği ve başarı peşinde koşulan bir hayata göre daha fazla mutluluk getirir.’”

“İyi de abi, başarılı olmaya çalışmak, size huzursuzluk verir gibi oldu. Bu durumda başarısız olmak daha mı iyi.”

“Sorun başarılı olmak değil. Başarı muhakkak haz getirecek. Sorun, bu hazzın bağımlılık yaparak, sizi uzun vadede mutluluğa götürebilecek yolu kapatması.

Bu yaşadığımız açmaz, yaklaşık 2300 yıldır çözülemedi. M.Ö. 300 yıllarında yaygınlaşan Zenon’un “Stoacılık” öğretisi, “Hazcılık” olarak da bilinir. ‘İnsan haz peşinde koşar, acıdan kaçar’ olarak özetlenebilir.

Burada bahsedilen haz, daha çok ruhsal dinginlik, ahlak öğretisi, doğa ile barışık bir yaşam ve ölümü olduğu gibi kabullenme olarak tarif edilmişti. Acı ise başka insanların çektiği çileden duyulan üzüntüydü. Ancak insanların çok büyük bir kısmı, bunu bedensel zevkler ve acılar olarak yanlış yorumlayarak, hedonist felsefeyi geliştirdi.”

“Koşmak bedensel bir olay. Bundan keyif almak, hedonist bir yaşam mı demek. Ben hedonist miyim yani…”

“Hedonizm’de doğa ve tüm diğer canlılar, keyif almak için kullanılabilir. Stoacılar ise doğa ve çevre ile barışık yaşamaya çalışırlar. Biri acıdan mümkün olduğunca kaçmak ister, diğeri, acının da yaşamın bir parçası olduğunu düşünür ve kabullenir. Biri bireysel zevk peşindeyken, diğeri toplum ve insanlık için sorumluluk almayı tercih eder. İkisi de ‘Carpe Diem’ (günü yakala) der. ilki, “anı yaşa’ olarak anlar ve anlık, kısa vadeli zevklerin peşinde koşar. Diğeri için ise, ‘anda yaşa’ anlamına gelir. Hayat o anda sana ne verdiyse, sevinç, keder, acı veya neşe, onu olduğu gibi kabul ederek uzun vadeli planlar yapar.

“Düşünüyorum da, ben hiç bir zaman keyfim için başka insanlara ya da doğaya zarar verebilecek bir şey yapmadım. Hepsine saygılı oldum. Galiba artık uzun vadeli planlar yapmaya da başladığıma göre, bir “Stoacı” sayılabilirim. Yalnız, bu uzun vade, ne kadar uzun olmalı?”

“Uzun, izafi, yani göreceli bir kavramdır. Örneğin yarışın başında seyircilere hava atmak için, planladığın bitiş süresine uygun olmayan aşırı bir hızda koşarsan, asıl başarı olan yarışı tamamlamayı riske atarsın. Buradaki uzun vade yarış süresi kadardır.

Ancak, eğer yıl sonunda önemli bir hedef yarışın varsa, ondan önce katıldığın önemsiz bir yarışta derece almak için zorlanmak, hedef yarışını tehlikeye atabilir. Burada ise bir anda yıl seviyesine ulaşır.

“Şimdi bu yarışta istesem derece alabilecekken, orta sıralarda koşuyor olmak, uzun vadeli planlamaya uyduğum anlamına geliyor o zaman.”

“Aynen…”

Yağmur, birbirimizi duymamızı engelleyecek bir şiddette devam ediyor bu arada. Sohbetimiz sık sık kesiliyor. Yer gök çamur içinde, ama ayakkabılar tertemiz. Şiddetli yağış çamuru barındırmıyor. En zoru ise tabanlarımıza çamur yapıştıran alanlardan geçişlerimiz. Kilolarca ağırlığa ulaşan ayaklarımızı yerden kaldırmakta zorlanıyoruz.

Yine de çok dik olmayan, hatta benim bile aralıklarla koşabildiğim bir yokuşu çıkarak, 100 metre kadar yükseliyoruz. 65’inci km’de Balan Dağı kontrol noktasına varıyoruz.

Burada görevliler her şeyi toplamışlar. Yağmur deli gibi yağıyor. Hiç durmadan devam etmek istiyorum.

Görevli, ‘İsterseniz araçla bırakalım’ diyor. Biraz şaşırıyorum.

“Pardon!!! Nasıl bırakmak?..”

“Yarış bitti ya…”

Yüzümdeki soran ifadeyi görünce anlatıyor.

“Yağıştan dolayı heyelanlar oldu, yıldırım düşmeleri yaşandı. Mahmut hoca yarışın sonlandırılmasına karar verdi. Tüm katılımcıların bitirdiği kabul edilecek,
Yalnız, Mahmut hocam sizin için, isterlerse bitirsinler, karar kendilerinin, dedi.”

“Tamam o zaman. Biz devam edelim.”

Özgür az ileride beni bekliyor. “Hayırdır, ne konuştunuz” diye soruyor. Anlatıyorum. “Galiba bizden sonraya kalanların devam etmesine izin vermeyecekler“ diyorum.

“Son anda yırttık desene” diye gülüyor

Son 11 km kaldı artık ve tamamı iniş. Ne kadar yükseldiğimizi, ancak bu bitmez tükenmez inişi yaparken fark ediyoruz. Bir türlü sonu gelmiyor.

Bu sırada Özgür düşünceli. Bir ara yine soruyor.

“Galiba benim kusurum, başarılı oldukça aşırı keyif almam.

“Bu bir kusur değil ki. Aslına bakarsan, başarıdan haz duymak son derece normal ve güzel. Öyle düşünürsek, hiç bir güzellikten, hatta hediyelerden bile keyif almamamız gerekir. Oysa bunlar yerinde yapıldığında hayatın tadı, küçük sevinç nedenleridir.

Benim bahsettiğim sıkıntı, hazza bağımlı olmak. Tıpkı alışveriş yapmadan duramamak, keyif verici maddelerden uzak kalamamak gibi. Yani hep başarılı olmak zorunda hissetmek gibi.

Ancak, herkesin, her zaman başarılı olması mümkün değil. Başarısız olduğunda ikisinden birini yapmak zorunda kalırsın. Ya stoacılar gibi bunu bir aşama olarak kabul eder, sakince kabüllenir, üzülür ve üzüldüğünü de saklamazsın. Ya da hedonistler gibi yüzüne bir mutluluk maskesi geçirirsin ve dert etmiyor gibi, umurunda değilmiş gibi davranırsın.

Ama emin ol, insanı yaşadığı üzüntüler değil, taşıdığı maskeler yorar. Üzüntü hissi kısa sürede geçer, ama maske kalıcı iz bırakır. Vendetta filminde ne diyordu. ‘Uzun süre maske takarsan, altındaki kişiliği de unutursun’.

“Yani, başarısızlık üzüntü verebilir, ama mutluluğa engel olmaz mı?”

“Başarı ve mutluluk, iki farklı yoldur. Hatta tam ters yönlere gider. En başından, oluşma aşaması tamamen farklıdır.

Haz duygusu almak fiili ile sağlanırken, diğeri vermekle elde edilebilir. Maalesef bunlar nadiren ve sadece kısa bir süre için birlikte olurlar. Birinin varlığı veya yokluğu, diğerini etkilemez. Genellikle ikisinden birini seçmek gerekir. Yaptığı seçim için de bir insanı yargılamak, kimsenin haddine değildir.

Başarı için cesaret ve hırs gerekir. Akıl ve mantık ise çoğu zaman güvenliğe önem verir, başarıya engel olur. Cesaret, kalpten gelir. Cesur adama ‘yürekli’ deriz. Avrupa dillerinde ‘courage’ olarak söylenen cesaretin kökü de, latince ‘coeur’, yani kalpten gelir. Oysa akıl ve mantık beyinle ilişiktir. Tersten söylersek, beyin hırsın, kalp ise aklın düşmanıdır.

Yokuş aşağı teknik bir parkurda koşarken, kalbin, sana daha cesur ve hızlı olmanı telkin eder, beynin ise daha temkinli ve yavaş koşmaya sevk eder.

Ancak bütün bunlar, yani başarı veya başarısızlık, mutlulukla doğrudan ilişkili değildir.”

Şehir sınırına kadar, yaklaşık 550 metre iniyoruz, tamamı düzgün bir orman yolu. Yarış bu açıdan bakınca çok kolay. Yarışları zorlaştıran dik çıkışlar değil zaten. Asıl sorun inişlerdeki arazi yapısı. Koşabileceğiniz bir yol varsa, çıkışı telafi edebiliyorsunuz. Ancak teknik inişler, bırakın gecikmeyi telafi etmeyi, çıkışlardan daha çok zaman kaybettiriyor.

Son 3 km şehir içinde, yat limanı boyunca kıyıdan devam ediyor. Çevre kadelerde oturanların alkışlarını duymaya başlıyoruz. Genç bir kadın beni işsret ediyor, “Ya amcaya bak, hala koşuyor.”

Selamlayıp geçiyorum. Dede demediğine şükür. Hava alacakaranlık oluyor. Bitiş noktası görünüyor. Sonunda, 11 saatte bitiriyorum. Yolu biraz uzatmışım. 78 km sürmüş.

Finiş alanında hala yağan sağanak yağmur dolayısıyla herkes çadır ve çatı altlarına sığınmış. En son biz gelmişiz, 23’ncü sıradayım. Arkamda 21 kişi daha var ama, onları taşıtlarla bizden önce getirmişler, başka kimse olmadığı için görevliler toparlanıyorlar.

Şiddetli yağmur devam ediyor. Şehir içi, kopan fırtınalarla bayağı dağılmış. Deniz ve kanal taşmış. Her yer çer çöp içinde. Bir görevliye doğru bakıyorum tedirginlikle. ‘Bir geldiniz, şehir darmadağın oldu. Uğursuz herifler’ falan der mi şimdi.

Gülerek, ‘Ayağınızın bereketiyle geldiniz,’ diyor. ‘1,5 yıldır yağmur yağmıyordu.’

Özgür’e bakıyorum.

“İşte böyle mutlu edilir insan” diyorum. “Vererek,”

“Vererek derken ne kastettin abi. Ne verdi ki bu adam şimdi sana?”

“Bak, bu adam bana kötü bir şey ima etseydi, moralim bozulur, mutsuz olurdum. Oysa o bana bereketli diyerek bir paye verdi, daha mutlu oldum.”

“Mutluluğun yarışı tamamlamayı başarman ile ilgili olmasın abi?”

“Başarı haz verir, ancak doğrudan mutluluk veremez, ama mutluluğa da gidebilen bir çok yolu açar demiştim.”

“Başarı, haz vererek mutluluğa da bir yol açıyorsa, daha büyük başarı, daha çok haz vererek, mutluluğu da artırabilir o zaman.”

“Mutluluk, maalesef, alınan hazla bağlantılı değildir. Birbirinden bağımsız oluşurlar. Bu duyguları aynı olayda kazansak da, farklı yöntemlerle ulaşırız. Haz, yalnızca ‘almak’ ile kazanılan bir duygu iken, mutluluk ise ancak ‘vermek’ ile kazanılabilir. Koşarak mutlu olabilmek için, koşu ile bir şeyler verebilmiş olman gerekir.”

“İyi de, kişi koşarken ne verebilir ki? Artan atıştırmalıkları falan mı?” diye şaka yapıyor.

“Neden olmasın. O garip giysiler giymiş ve olağanüstü sayılan bir eylemi gerçekleştiren bu sporculardan biri, kenardaki seyirci bir çocuğa bir küçük gofret verse, veya düdük, pusula gibi minik bir eşya hediye etse, o çocuğun hayatına olumlu bir dokunuş yapmış olmaz mı?.. Bir çocuğu sevindirmek bile mutlu edemiyorsa, mutluluk o kişiden zaten tamamen uzaklaşmıştır.

Yine de bunu maddi bir verme olarak düşünmemek gerekir. Edindiğin tecrübeyi aktarabilir, örnek olabilirsin. Koşarken seyircilere, yerel halka, meraklı çocuklara vereceğin bir selam, görevli ve gönüllülerle kuracağın olumlu ilişkiler, onları takdir etmek, saygı duymak, daha başarılı olanları kutlamak, tebrik etmek, sportmenliğe uymak ve bu gibi benzer davranışlar, çevreye olumlu mesaj vermektir. Bize de aynı şekilde dönüşü olacaktır.

“Altı üstü bir selam abi. Kim vermez ki? Ben sürekli görevli ve gönüllülerle diyalog halindeyim…”

“Farkındayım, senin çevrendekilerle ilişkilerin olumlu anlamda çok değişti. Zaten seni son zamanlarda mutlu eden de bu aslında, rekorların değil. Yarış sonrası kıran döken Özgür gitti, alçak gönüllü, sakin, kendinden emin bir Özgür geldi. İşte bu, başarının hazzı değil, başarı ile kazanılan mutluluktur. Aradaki fark çok ince olsa da, taban tabana zıt yönlere bakar.

Kim vermez selamı diyorsun. Ancak bir çok sporcunun başarı hırsı, çoğu zaman bu basit davranışlara engel olur. Küçük hazlar peşinde koşarlar. Örneğin seyircisi olan bir yokuşta, önündeki yarışçıyı geçerek basit bir haz duymak için enerjisini boşuna harcaması, yarış sonunda duvara çarpmasına neden olabilir. Parkurdaki işaretleri koparanlar, kestirme ve hile yapanlar bile var. Böyle küçük kurnazlıklarla kazandıkları her avantajın verdiği keyif, aslında onların mutlu bir insan olmasını da engelliyor.

Bu arada birileri, bazen okula giden tanımadığı bir çocuğun ayakkabısının çok eski olduğunu farkeder, ona, kimseye duyurmadan, çocuğun beğendiği yeni bir ayakkabı hediye eder. Ya da markette çocuğuna mama alamayan bir anneyi, akşam eli boş evine dönen bir işsizi, açıkta yatan bir evsizi, aç bir sokak köpeğini görür ve onlara karşılıksız, reklamsız yardımcı olmaya çalışır.

Bunların kim olduğunu bilemezsiniz. Sürekli görüşüyor olsanız bile tanıyamazsınız.

Sosyal medyada kendi reklamları için iyilik yapanlar ise, hala haz peşinde olduklarından, hiç bir zaman mutlu olamayacaklardır. Penceresiz ofislerde çalışarak kazandıklarını, penceresiz AVM’lerde harcayarak ömür törpüleyen, kendisini isteyerek tüketime prangalayan özgürlük çağının bu çaresiz köleleri, hiç kitap okumadıkları için, haz peşinde koşmaktan fazlasını öğrenemezler.

Sen mutlu bir insan görürsen, bil ki muhtemelen ‘paylaşan’ biridir. Bu insanlar modayı, toplumsal alışkanlıkları ve eğilimleri takmazlar. Sade ve mütevazi yaşarlar. Onları belki, araba sürerlerken, karşıya geçmeye çalışan bir çocuk, yaşlı veya sakat bir yaya için, birkaç ışık kaçırmayı dert etmeden durup beklediklerinde fark edebilirsiniz. Bunu tabii sadece, -haz peşinde olmayanlar- fark edebilirler. Çünkü bu yol verme işlemi trafiği bir süre yavaşlatır. Trafik Magandası olarak da tabir edilen hedonistlerin hiç hoşuna gitmez bu durum. Kornalarla ortalığı ayağa kaldırılar. Hız yaparken aldıkları hazza bağımlı olmuşlardır.

Ancak ne kadar hız yapsalar da, örneğin akan trafikte bunalmış, dönüş yaparken zorda kalmış bir sürücüye yol veren sakin biri kadar mutlu olamazlar. Mutlu olmanın tek yolu, vermek, daha doğrusu paylaşmaktır.”

“Peki… Başkalarına verdiklerimiz, aynı zamanda kendi ailemizden de gitmez mi. Eşimiz çocuklarımız bundan rahatsız olmaz mı.”

“Haz peşindelerse rahatsız olurlar. Onları haz yerine mutluluğa yönlendirmek, mutlu etmekle sağlanır.”

“Nasıl mutlu olduklarını bir bilsem. Bazen çocukları ve eşi mutlu etmek imkansız gibi geliyor bana.”

“Bu da neyi nasıl verdiğin ile ilgili. Eş ve çocukların temel ihtiyaçlarını karşılamak yeterli gibi görünür, ancak değildir. “Neyi eksik, dolap dolusu elbisesi var, yediği önünde, yemediği ardında” yaklaşımı, olayı dönülmez bir noktaya getirir. Maddi olarak verilenler işe yaramaz.”

“Peki ne vereceğiz o zaman çocuklara ve eşlere?”

“Zaman!.. Zamanınızı vereceksiniz. Ama herhangi bir zamanı değil. İşinizi gücünüzü ayarlayıp, sizin planladığınız bir zaman olmayacak bu. Keyfiniz yerindeyken, sevincinizi paylaştığınız bir zaman da değil.

Sizin hiç beklemediğiniz, uygun olmayan bir zaman olacak. Yorgun argın gelip de, biraz dinleneyim dediğiniz, moraliniz bozuk, uykusuz hatta sinirli olduğunuzda, sakinleşmek, dinlenmek için kendinize ayırdığınız o zamanı isteyecekler hep. İşte onu vermeniz gerekecek.

Televizyonda takımınızın maçı varken, eşinizin sevdiği diziyi seyretmeniz gerekirse -ya da tam tersi- bunu somurtmadan kabullenmeniz gerekecek. Uykusuzluktan gözünüz kapanırken kızınızla birlikte çizgi film izlemeniz, oğlunuzla maket uçak yapmanız gerekecek. Tam gazetenizi okurken kucağınıza oturan çocuğunuz, okuldaki bir olayı ya da arkadaşları ile sürtüşmesini anlatırken, ilgiyle dinleyebilmeniz gerekecek.

Oğluma bunu, kızıma şunu aldım, eşime böyle hediye gönderdim demenin hiç bir değeri yoktur. Bunlar ailesine yeterli zaman ayırmayan insanların, yakınlarını oyalama yolu olarak başlar, kısa sürede eşini çocuğunu haz bağımlısı hale getirir.

Verebileceğiniz gerçek değerli tek şey zamandır. Zaman vermedikten sonra, ne verdiğinizin hiç bir önemi kalmaz. Ama vermesi en zor olan da zamandır.

Koşu da böyledir. Özellikle koşuda ilerlemek için, gerçekten çok zaman vermeniz gerekir. İş, güç, daha keyifli zaman geçirme yolları falan, sizi bu ağır çalışmaları bırakmaya sevk eder. Antrenmanlar ağır gelir bazen, yoruldum, bırakayım dersiniz. O an için acıdan kurtulmanın ve rahat nefes almanın getirdiği bir haz duyarsınız.

Ya da zorluğa katlanır, zaman ayırırsanız, olmaz denilen mesafeleri koşar, doğa ile barışık günler geçirir, uzun vadeli planlar yapabilir ve mutluluğa bir adım daha yaklaşırsınız.”

“Yani şimdi bu koşuyu tamamlamak sana sadece haz verdi. Peki, aynı zamanda mutlu musun. Koşuyu tamamlamakla mutluluğa da ulaşmak mümkün demiştin. Koşu sana mutluluk da verdi mi?”

“Tam öyle değil. Yani mutluluğa ulaşmak o kadar basit değil. Basite alınır çoğu zaman. ‘Kalkıp bir kahve sigara yapayım, mutlu olayım’ gibi. Ama işe yaramaz. Hadi kalkıp koşalım, mutlu olalım da işe yaramaz. Bir süre haz verir, o kadar.

Ancak sorunun cevabı ‘evet’. Çok mutluyum gerçekten. Koşu sayesinde mutlu oldum, ama mutluluğa giden yolun dönemeçleri farklı.

Sen, boş gününde kafana göre takılacağına, benimle dağ tepe gezerek bana zamanını verdin. Koşu burada bir araçtı sadece.”

İçtenlikle gülümsüyor bu sırada Özgür.

-“Yani hiç para harcamadan, sadece zaman ayırarak da çevremize bir şeyler verebiliyoruz, öyle mi?”

-“Öyle. Üstelik çok daha değerli olanları. Ancak şunu da belirteyim, aslında çok büyük miktarda para da harcadın Özgür’cüm. Yalnız, harcadığın paranın birimi farklı.

Pablo Neruda der ki,

“Şu iflas etmiş dünyada, en geçerli para birimi, kendin gibi bir insanla paylaştığın duygulardır“

16 Beğeni