İznik Ultra 140 K 2018 Yarış Raporum - Birlikteliğin Dayanılmaz Gücü

İznik Ultra 140 K 2018 Yarış Raporum
Birlikteliğin Dayanılmaz Gücü
Ben hep yalnız koşardım, sonra kendimi bir grubun içinde buldum. Akabinde gerçek anlamda bir grup (Redteam) olup genişledik ve beraber koşmaya başladık. Çarşamba günleri Serdivan’da Antentepe diye adlandırdığımız yere koşarız. Cuma günleri Serdivan’dan Justinianus Köprüsüne koşarız. Cumartesi günleri de Sapanca’da ormanda koşarız. Bunların dışında bireysel olarak koşmazsak dahi haftada 46 km koşmuş oluruz. Eğer gerçekten 136 km’yi koşabileceğinize inanıyorsanız, yukarı da saydığım antrenmanlar yarışı zamanın da bitmenizi sağlar ki ben de öyle yaptım. Tabi bunun yanı sıra haftada 2000 m ile 4000 m arası yüzüyorum. İşe de bisikletle gidip geliyorum ki bu da haftada 50 km. ediyor.
Uzun bir yarışın olmazsa olmazı plandır ve önceleri çok yapmasam da artık ben de plan yapıyorum. Yarışı Gökhan (Çağlar) ve Gürsel (Solmaz) abi ile beraber koşmaya karar verdik ama tabi ki yarışın gidişatına göre ayrılabiliriz diye de konuştuk ki öyle de oldu. Cuma sabahı Gökhan’dan bir telefon geldi. Dün gece hastalandım şu an hastanedeyim, serum takıldı bekliyorum dedi. Tabi haliyle moralim bozuldu. Gökhan öğlen saatine kadar haber beklememizi söyledi. Öğlen saati geldiğinde serumun iyi geldiğini ve beni almaya geleceğini söyledi. O gelmeden patates haşlamıştım. Patatesleri yiyip Gürsel abiyi almaya gittik ve bir an önce yola koyulduk.
Cengiz’in (Turgut) bizim için önceden rezervasyon yaptırdığı Osmaneli İçmeler Tesislerine geldik. Sakarya’da yaşadığımız için sadece 60 km’lik yol yaptık ve aşağı yukarı bir saatte ulaştık. Gider gitmez uyumak için Bungalov adı altındaki prefabrik evlerimize geçtik. Yarış için giysilerimi çıkardım ve duş alıp yattım. Yatakta dönüp durdum. Gözüme bir türlü uyku girmiyordu. Üzerimde hem yarışın heyecanı vardı hem de saat öğleden sonra 15:00 olduğu için uykum yoktu. Kendimi o an o küçücük odanın içine hapsolmuş gibi hissettim. İlk defa ne işim var benim burada, ben koşuyu bu kadar seviyor muyum yoksa içimdeki boşluğu doldurmaya mı çalışıyorum gibi sorular sormaya başladım kendime. Kendimi rahatlatmak için eşimi, kardeşimi ve yeğenimi aradım. En son akşamüzeri saatlerinde Cengiz’le beraber 90 km. koşacak olan kuzenim Hakkı’yı (Özkarakaş) aradım. Yoldayım gelmek üzereyim dedi. Gelince Cengiz’le birlikte kapıyı çaldılar ve kapının önünde ayaküstü konuştuk ve onalar gittikten sonra bir saat daha yatakta yattım.
Her anlamda konforun en üst seviye de olacağı bir koşu olacağını kendime söyleyip duruyordum. Bir kere koşuya üç kişi başlayacaktık. Koşu içinde duruma göre ayrılacak olsak da, son 50 km’yi Erol’la (Dinneden) koşacaktım. Üstelik yavaş koşarsam da 90 km. koşacak olan Hakkı ve Cengiz arkamdan geleceklerdi. Başta Erol olmak üzere ana istasyonlardaki arkadaşlarımızın desteğini de düşününce moral motivasyon olarak yarış ancak bu kadar konforlu hale getirilebilirdi. Havanın güzel olması da bir başka kolaylık sağlayacaktı. Kendimi bu tür düşüncelerle iyileştirip içimdeki korkuyu attım.
Saat 08:00’de uyanıp hazırladım. Pencereden bakınca Erol’u ve Ünal’ı (Doğan) gördüm. Hazırlanıp dışarı çıktım ve onlarla birlikte çantalarımızı arabaların bagajına yerleştirdik. Kontrol noktaları için hazırladığım çantamı Erol’un arabasına, yarış sonrası giyeceğim temiz kıyafetleri de Gökhan’ın arabasına koydum. Gökhan, Erol, Ünal, Gürsel abi ve ben iki araba yola çıktık ve 37 km. mesafeye sahip olan İznik’e yarım saatte vardık. Hakan (Akben) ve Hasan (Başusta)’la buluşup yarış kitimizi almaya gittik. Sonrasında da Köfteci Yusuf’ta yemek yiyip sohbet ettik. Yarış zamanı yaklaşınca başlangıç noktasına gidip beklemeye başladık.
Sonunda bir sene geçti ve geçen sene bitiremediğim yarışa tekrar geldim. Bir yandan hesaplaşma gibi yaklaşıyor bir yandan da bu bir hesaplaşma değil doğa beni misafir edip uğurlayacak diyordum kendime. Yarış başladı ve o yarış heyecanıyla hızla çıkan kalabalığın en arkasında yerimizi alıp 6 pace (ortalama 1 km.’yi koştuğunuz dakika) ile koşmaya başladık. Henüz beş kilometre olmamıştı ki arkamızdan gelen Erkan (Yıldıran) bey bizimle tanıştı ve beraber koşmaya başladık. Adımın Kadir olduğunu söyleyince ben sizi tanıyorum, geçen seneki yarış raporunuzu okumuştum, çok faydalı bir rapor olmuş, sizinle tanışmayı istiyordum deyince kendimi iyi hissettim. Yarış öncesi uyumaya çalıştığım odada kendi kendime sorduğum soruların cevabını almış gibi hissettim kendimi.
1:05’de ilk istasyon olan dokuzuncu km’deki Dikilitaş’a vardık. Hiç oyalanmadık, birkaç bir şey atıştırıp kola içtik ve hemen yola koyulduk. Planlarımız doğrultusunda 6 pace ile koşuyorduk. Düz ya da yokuş aşağı olan her yerde koşuyor yokuş yukarı olan yerlerde yürüyorduk. Ana felsefemiz koşulması gereken her yerde koş yürünmesi gereken her yerde yürü şeklindeydi. Yirmi altıncı km olan Boyalıca ’ya 02:49’da vardık. Sularımızı yenileyip, tekrar koşmaya devam ettik. Boyalıca’ dan sonra çok dik bir rampayla karşılaştık. Gökhan’ın arkasında Gürsel abiyle rampayı tırmanmaya başladık. Rampa beni o kadar zorladı ki nefes nefese kalmıştım. Etrafımızdaki kimse bizim kadar hızlı tırmanamamıştı ve burada herkesi geçmiştik. 36. Km. olan Ilıca’ya da beraber varmıştık; fakat buradan sonra işler değişti. Gökhan yokuş yukarıda koşmaya başladı ve bir süre sonra dengemiz bozuldu. Arka arkaya koşmaya başladık. Hava, hafif aydınlandı ama hala kafa lambası gerekiyordu. Tam olarak aydınlanmasına daha yarım saat vardı. Önümde koşan Gökhan’ın kafa lambasının pili bitti. Pilleri değiştirmeye üşendiği için beni yanına çağırıp daha hızlı koşmamı salık verdi. Ellinci km’de yokuş yukarı koşacak gücü kendimde bulamayınca yetişemedim. Arkamdan Gürsel abinin geldiğini görüyordum. Anaçayırı’na kadar Gürsel abiyle önlü arkalı koştuk. 57.km olan Örnekköy’e 7:29’da vardım. Beni daha önce konuştuğumuz gibi Erol karşıladı. Daha önceden hazırlamış olduğu kahvaltı masasına oturttu, saatimi şarj etti. Hemen arkamdan da Gürsel abi geldi. Oraya vardığımda bitik haldeydim. Üstümü değiştirip kahvaltı yaptım. Kendime gelmem için yemem gerekiyordu ama canım hiçbir şey istemiyordu. Benden yirmi iki dk. önce gelen Gökhan kahvaltısının sonuna gelmiş gayet iyi görünüyordu. Beraber gidelim mi diye sordu. Dengemizi bozuyoruz sen devam et dedim. Örnekköy’de aşağı yukarı yarım saat dinlendim. Batonlarla birlikte sahilden koşmaya başladım. Aynı parkuru farklı km’lerde olsa üç sene üst üste koşunca her yer tanıdık gelmeye başladı. Ben sahilde koşarken Erol arabayla yanımdan geçip beni kameraya çekti. Selamlaşıp Sölöz’de buluşmak üzere ayrıldık. Erol’un verdiği ağrı kesici kanıma karışana kadar yavaş tempo koşup sonra bacaklarımdaki ağrıyı hissetmeyince hızlanmaya başladım. On iki km. sonra Sölöz burnuna vardım. Sölöz burnu denen yer şu ayakkabıyla mı geçsek ayakkabısız mı geçsek denen dere geçişi. Tatbikî ayakkabılarla geçtim. Fotoğrafçının durduğu sol kısım suyun içinde en az adım atarak karşıya geçebileceğim kısım olduğu için fotoğrafçının üzerine doğru koşup onu korkuttum ve tabi haliyle fotoğraf karesinde yer alamadım. Görevli üç km sonra Sölöz’e varacağımı söyledi. Sölöz’e vardığımda istasyonun olduğu kahvehanede beni Erol ve Gürsel abi karşıladı. Gayet iyi görünmesine rağmen Gürsel abi kendini iyi hissetmediği için koşuyu bırakmış. Erol’un ve Gürsel abinin orada olması bana moral oldu ama ne yazık ki kurallar gereği burada Erol’dan yardım alamıyordum. Örnekköy’de kısa kollu tişört giymek yerine kısa kollu tişörtün üzerine uzun kollu tişört giyerek Sölöz’e kadar koşmuştum ve burada ne yazık ki Erol’daki çantamda yer alan kısa kollu tişörtü giyemiyordum. Sölöz’de sohbeti koyulaştırınca oradaki destek ekibinden deneyimli kız hadi artık diyerek tatlı tatlı yolcu etti beni ki yarışın sonlarına doğru zaman sıkıntı çekmemem için bu gerekliydi. Artık yarışın en zor kısmı başlıyordu. Öğlen saati gelmeye başladı ve hava ısındı. Üzerimdeki uzun kollu tişört fazla gelince onu çıkarıp kısaya döndüm. Sanırım seksen ikinci km’de doksan K koşan koşuculardan kürsüye çıkan ilk beş altı kişi yanımdan geçti.
Narlıca’ya kadar olan mesafe on yedi buçuk km. ve yarısı tırmanış yarısı iniş içeriyor. Havanın ısındığı öğlen saatine denk geldiği için haliyle çok su kaybettim. Narlıca’ya varmama dört km. kala bir litre suyum bitti. Arkamdan gelen doksan K koşan genç bir koşucudan su istedim. Suyu olduğu halde vermedi. Hayatın her alanında olduğu gibi böyle insanlar koşuda da var ne yazık ki. Koşup, koşu kültürüne sahip olmamak kötü bir durumdur. Hemen onun arkasından gelen orta yaşlı koşucu yüz kırk koşuyorsun bizim de faydamız olsun diyerek kısıtlı suyunu benimle paylaştı. On yedi buçuk km’lik mesafeyi Sölöz’deki dinlenme dâhil üç saat yirmi dakikada koşabildim. Narlıca’ya vardığımda beni Erol, Hakan, Ünal, Hasan ve Gürsel abi karşıladı. Hakan arabadan çantamı getirdi. Üzerimdekileri çıkarıp kolsuz tişört giydim ve çantama da zorunlu malzeme olan uzun kollu ara katman koydum. Doksanıncı km’ye varmıştım, artık son elli km kalmıştı ve en güzel olan kısım da son elli km Erol destek koşucusu olarak benimle birlikte bitişe kadar koşacaktı. Erol’a yeteri kadar vaktimizin olup olmadığını sordum. Zamanında geldin, yeteri kadar vaktimiz var deyince rahatladım ve kendimi iyi hissettim. Biz Erol’la istasyondan ayrılırken 90 K koşan Cengiz geldi ve kısa sürede olsa onunla da görüşmüş olduk. Bir şeyler atıştırırken çoraplarımı ve ayakkabılarımı değiştirmem gerektiğini hatırladım ve yola çıkmadan önce arabaya gidip ayaklarıma vazelin sürüp kompresyon çorabımla kullandığım ayakkabının (New Balance Leedville Trail) yenisini giydim. Kendimi yenilenmiş gibi hissettim, artık yeniden koşmaya hazırdım. Erol’la birlikte koşmaya başladık. ‘’Sigle trek’’ dediğimiz tek kişinin geçebildiği orman içi inişli çıkışlı patikadan Erol önde ben arkada koşmaya başladık. Yolda dinlenen birkaç koşucu gördük. Önümde koşuya yeni başladığı için enerjik hızla koşan Erol ve arkada ona ayak uydurmaya çalışan ben. Gerçek anlamda benim için pacer olmuştu Erol. Artık yolu takip etmememe ve süreyle ilgili planlar yapmama gerek yoktu. Erol hepsini benim için yapıyordu ve bana sadece koşunun tadını çıkarıp koşmak kalmıştı. Altı km. sonra Müşküleye vardık, çok oyalanmadan tekrar yola koyulduk. Yolda kısa bir süre orta yaşlı bir koşucuyla beraber koştuk benim Erol ve ona ayak uyduramadığımı anlayınca ağrı kesiciye ihtiyacım olduğunu anladı ve hem bana hem de Erol’a ağrı kesici verdi. Aşağı yukarı on dakika sonra ayaklarım açıldı ve tempolu koşmaya başladım. Yolda bize yetişen Cengiz’le bir süre beraber koştuk. Cengiz’in ilginç bir performansı var. Bir ara bizimle koştu sonra bizi geçti, sonra biz onu geçtik. Kendini iyi hissedince hızlanıyor sonra yavaşlıyor sonra tekrar hızlanıyordu. Bu hadise benim de çok başıma gelmiştir. İnsan dengeyi yakalayınca sanki hiç yorulmayacakmış gibi hissediyor, fakat aynı hızı devam ettirmek uzun koşularda pek mümkün olmuyor. Yüz altıncı km olan Süleymaniye’ye 18:20’de vardık. Yine çok oyalanmadan bir şeyler atıştırdık. Biz istasyondan çıkarken elli K koşan Hakkı geldi ve kısa da olsa onunla biraz vakit geçirebildim. Normalde bu istasyondan çıkarken fosforlu yeleklerimizle kafa lambamızı takmış olmamız gerekiyordu ki istasyondan çıkarken bununla ilgili uyarıldık ama Erol ben onun için buradayım destek koşucusuyum merak etmeyin dedi. Hava aydınlık olduğu için ve vakit kaybetmemek için bu işleri sonraya bıraktık ve yola koyulduk. Yol boyu sürekli olmasa da ara ara kendimize arkadaş edindiğimiz de oldu. Havanın kararmasına son yarım saat kala yolda uygun bir yerde durup üstümüzü değiştirdik. Erol kafa lambamın bataryasını değiştirdi. Hemen arkamızdan Cengiz geldi. Oda üstünü değiştirdi ve tekrar yola koyulduk. Daha önce aynı parkuru defalarca koştuğumuz için her yer tanıdık geliyordu. İnişli çıkışlı bir yolda yemyeşil ormanın içinden geçiyorduk. Bir dereden geçtik ki bir anda yükselmeye başladık. Erol yolu ezbere bildiği için şimdi karşımıza şu çıkacak şimdi şuraya varacağız diyerek yolun daha kolay geçmesini sağlıyordu. Bir süre sonra düzlüğe vardık. Ara ara sinsi yokuşlar olsa da artık yol koşulabilir kıvama gelmişti. Hava kararmadan biraz önce sol yanımızda göl manzarası eşliğinde koşuyorduk ve Cengiz de hemen arkamızdan geliyordu. Biz süre sonra hava karardı ve biraz ürkütücü olan orman içi dar patikaya girdik. Şansımıza geçen sene olduğu gibi yağmur ve sis yoktu. Fosforlu işaretlerde gayet yoğundu. Bir süre sonra bizden daha yavaş koşan bir grubun içine girdik ve neden yavaş gittiklerini anladık. Grubun en önünde kafa lambası olmayan bir koşucu vardı ve komik bir bencillikle kimseye de yol vermiyordu. Erol ve ben hemen adamın arkasındaydık ve adam bize yol vermek yerine lambanızı şuraya tutar mısınız diyerek yolu çözmeye çalışıyordu. Şansımıza adamın telefonu çaldı ve telefonla konuşurken yavaşladı ben de o sırada bize yol verin isterseniz diyerek önüne geçtim ve Erol’la birlikte gruptan koparak koşmaya başladık ve aynı grubu bir daha görmedik. Kafa lambalarımız (Petzl Nao 750) iyi olduğu için hızımızda o oranda artıyordu. Derbent’e vardığımızda hava artık karanlıktı. Saat 21:41 olduğu için artık yetişebileceğimizi anladık ve biraz da yorgunluk ve açlığın etkisiyle yüz yirminci km. olan Derbentte, diğer istasyonlara nazaran daha fazla kaldık. Orada doksan K’nin diğer ana istasyonlarında olduğu gibi kuzenim Hakkı’yı beklemek üzere arkadaşları Kurtuluş, Useyyid ve onun oğlu Mete vardı. İstasyonda Erol’la birlikte bulgur pilavı yiyip ayran içtik. Diğer istasyonlara nazaran burada Hakkıyla daha çok vakit geçirdik. O sırada Kurtuluş da bizim videomuzu çekti. Oturduğum yerde bir an da bir üşüme geldi ve titremeye başladım. Koşarak vücudumu ısıtmam gerekiyordu ve Erol abi ben üşümeye başladım gidelim dedim ve tekrar koşarak parkura geri döndük. Artık koşunun tamamlanmasına on dört km. kalmıştı. Yüzdük yüzük kuyruğuna geldik. Dik rampalardan aşağıya koşmaya başladık. Karanlık patikalardan aşağı doğru koşarken uzaktan İznik’in ışıklarını görüyorduk. Aşağı koştukça deniz seviyesine yaklaşıyorduk. Sonunda patika bitti ve asfalta indik. Uzun bir asfalt yol başladı. Yol virajsız alabildiğine uzundu ve sanki hemen bitecekmiş ve hemen şehrin içine girecekmişiz hissi verse de hemen bitmedi. Henüz daha yedi km’lik yolumuz vardı ve sona geldiğimiz için bu yedi km’nin hissiyatı daha uzundu. Sonunda uzun asfalt yol bitti ve kale sol tarafımızda kalacak şekilde başka bir yola girdik. Artık çok az kalmıştı. Kalenin içinden geçip merdivenlerden yukarı çıktık ve artık şehrin içindeydik. Bitiş çizgisinin görünmediği şehrin içindeki labirentlerin içinden dolaşıldığı bitişler sinirlerimi bozmuştur hep. Şansıma bunun tam tersi bir durum vardı. Kalenin merdivenlerinden çıkar çıkmaz 250 m ötedeki bitiş çizgisini gördük ve koşmaya başladık. Son elli metre kala Hakan cep telefonuyla bizi videoya çekip bizimle birlikte geri geri koşmaya başladı ve beraber bitişe vardık. Bitişte Ünal da Hakan gibi beni tebrik etti. 24:27’lik sürede 136 km’yi tamamladım. Erol Ünal ve ben birer bira içtik ve sonra Erol’la hamama gittik. Ben içerde yıkanırken Hakkı da geldi. Sabunlanıp yıkandıktan sonra biraz dineldik ve Hakan Gökhan’ın bizim için aldığı köfteleri getirdi. Köfteleri yedikten sonra Hakkı ile birlikte Osmaneli İçmelerdeki Otelimize gittik ve arabada giderken uyuya kaldım. O kadar uykum vardı ki bir an evvel yatağa yatmak istiyordum. Kafamı yastığa koyar koymaz derin bir uykuya daldım.
K. Kadir ÖZKARAKAŞ

19 Beğeni

Tebrikler… Ve teşekkürler paylaşım için. Sizinle koşmuş gibi oldum okurken…

1 Beğeni

Selam Kadir,
Geçen seneki raporunu okumuştum ve okurken seninle o anları yaşamıştım. Bu sene bitirmene çok sevindim. Çok güzel süre tebrik ederim. Yukarıda alıntıladığım kısım hakkında aynı şekilde düşünmüyorum. Suyu paylaşmak güzel bir incelik; fakat o arkadaşın da suya ihtiyacı olabilir. Sıvı tüketimini planlamış olabilir. Zaten ultraları çekici yapan kendine yeterlilik kavramıdır çoğumuz için.
Daha farklı yarışlarda raporlarını okumak dileğiyle.

4 Beğeni

Kesinlikle katılıyorum.O kişi suyunu paylaşsa o sıcakta belki sadece bu nedenle yarışı bitiremeyecekti belki de.

1 Beğeni

Yazınızı yeni gördüm. Arkadaşlar, düşündüğünüz gibi değil. İstasyona 4 km kalmıştı ve yeteri kadar suyu vardı, ikimize de yeterdi o su yani. Çanta içi uzun hortumlu suluk kullanıyordu suyun olduğu kısım şişkindi. Bana kurduğu cümle aynen şöyle. ''Bende de fazla su yok… desem de sen inanma. Benim suluk çantanın içinde onu çıkarmam zor olur şimdi. :slight_smile:

2 Beğeni

Bizde spor yapmaya bahane akıllı saat arayalım :unamused:
Millet yarış yapıyo :star_struck:

Tebrikler. Başarılarınızın devamını dilerim. Mümkünse, (Redteam) konusunda daha fazla bilgi almak isterim.

Teşekkür ederim Mehmet bey. Öncellikle yazınıza geç yanıt verdiğim için üzgünüm. Redteam aslında öncesinde Red40’s adı altında 4 kişilik küçük bir gruptu. Biz dört kişilik grup olarak geçen sene hayallerimizin peşinden OCC’ye katıldık. İsviçre ve Fransa’da bir hafta boyunca karavanla dolaştık. Fransa dönüşü gruba yeni üyeler kattık. Beraber plan yapıp yarışlara da katılıyoruz, antrenman da yapıyoruz. Sapanca ve Osmaneli antrenman yaptığımız yerler arasında. Grubumuzun yarısını İstanbul yarısını Sakarya oluşturuyor. Grup genişledikten sonra daha geniş bir kitleye hitap etmek adına adını değiştirerek Redteam oldu. Grubumuzun maskotu Kırmızı Kardinal Kuşu. Öncesinde neden Red40’s olduğumuzu da isim babamız Erol Dinneden’in anlatması sanırım daha doğru olur.