Pank Panther Ultramarathons – Welcome Ultramaraton 2018 Yarış Raporum

Karlı Yolları Aştım da Geldim.

Her zamanki gibi sıradan bir geceydi. Eşim Gülce ve oğlum Rüzgârla salonda oturuyorduk. Gülceye bir mesaj geldi. İki saat için de yurt dışına bilet alırsak % 40 indirim yapıyormuş Pegasus. Öncesinde bizi İngiltere’ye davet eden Gülce’nin kuzeni Gizeme gitmeye karar verdik ve üç adet gidiş dönüş uçak biletini 750 TL’ye aldık. Sonrasında aklıma bir kurt düştü. Acaba dört günlük tatilin bir gününü ultra maratona ayırabilir miyim? İnternetten araştırma yaptım ve bulduğum iki yarıştan en az maliyetli olanı, bir güne sığdırabileceğim ve ITRA puanı olan Welcome Ultra maratonunu tercih ettim. Yarış ücreti 40 sterlindi ama erken kayıt yaptırdığım için 35 sterlin ödeyerek kayıt oldum. Akabinde plan yaparak kendime bir rota çizdim ve Gizemin de yardımıyla gidiş dönüş tren biletimi aldım. Yarış sabahı başlangıç çizgisine yürüyerek gidebileceğim mesafede olan The Black Horse Hotelin rezervasyonunu Booking üzerinden yaptım. Hazırlıklarım tamamdı ve geriye sadece beklemek kalmıştı.
Welcome Ultramaratonu adın da anlaşılacağı gibi Pank Panther Ultra Maratonları koşu serisinin sene içinde düzenlediği ilk ultra maraton. Pank Panther Ryk Downes tarfından 2017 yılında kurulmuş yani henüz bir senelik geçmişi var. Otley Batı Yorkshire’da kurulan yarış organizasyonu sene de altı tane yarış düzenliyor. Welcome Ultra 51 km ve 63 km olarak ikiye ayrılıyor. Ben yarış sonrası trenle Stowmarket’e gideceğim için yükseklik kazanımı 1300 m olan 51 km’lik kısa parkuru seçtim. Pank Panther Ultra maratonun kurucusu Ryk Downes yirmi yılı aşkın süredir oryantiringçiymiş. Ryk’nin kalıtsal kalp rahatsızlığı varmış ve Ocak 2016’da kalp krizi geçirmiş. Olay yerinden geçenler defibrilatör kullanarak Ryk’i hayata döndürmüşler. Şubat 2016’da üçlü kalp baypas ameliyatı olmuş ve ameliyattan üç ay sonra Leeds Yarı Maratonunu koşmuş. Eylül 2016’da da Hardmoor 60 K ile ultramaratona geri dönüş yapmış. Kalp krizi geçirdiği dönemde spora geri dönmek istiyormuş, evine yakın ultra maratonlar aramış, birkaç tane bulmuş ve akabinde Pank Panther Ultramaraton serisini kurmuş.
Ailem ve ben 1 Mart Perşembe gecesi uçakla İngiltere havalimanına vardık. Bizi Gizemin eşi Onur karşıladı ve arabasıyla Stowmarket’teki evlerine götürdü. Gizem, Onur kızları Arya, Gülce, Rüzgar ve ben ertesi gün gezmek için trenle Londra’ya gittik. Tower Bridge’yi dolaştık kahve içtik yemek yedik. Hoş sohbet ederken saatin 16:00 olduğunu hatırlattılar. King Cross Tren istasyonuna gitmem gerekiyordu. Otobüs biletim vardı; fakat bulunduğumuz yerden tek otobüsle gidilmiyordu ve haliyle metroyla giderek King Croos istasyonunun direkt içine girmiş oldum. Ekranlardan bineceğim trenin hangi platforma geleceğini takip ettim. Aşağı yukarı 45 dk. bekledim. Sonunda tren 3 numaralı platforma yanaştı ve ben de herkesle birlikte platforma doğru koştum. Biletime göre C vagonuna binmem gerekiyordu; fakat trenin C vagonu yoktu. B vagonunda 1,5 saat ayakta gittim sonrasında inenler oldu da yer bulabildim. Kar yağışı nedeniyle gelmesi gereken tren gelmemiş ve onun yerine başka tren göndermişler. O gelen trende de C vagonu olmayınca benim gibi ayakta giden yolcular bir hayli vardı. Yol boyu yolcuları inceledim, gördüğüm manzaralar aynı Türkiye.  Üç kızıyla seyahat eden çift yol boyunda 2 şişe beyaz şarap bitirdiler, yirmili yaşlarında gençler bira içerek sohbet ediyorlar. Her hangi bir taşkınlık yok ve içki içmek için restoranlı vagona gitmek zorunda değilsiniz. Yolda 15 dk. kadar bir sorun nedeniyle tren durdu. O kadar yoruldum ki yarışa kayıt olduğum için pişman olmaya başladım. Normal şartlarda 19:47’de Leeds’de inip, 20:07’de Leeds’den Menston’a gitmem gerekiyordu; fakat tren geciktiği için bir sonraki aktarma trenine binmem gerekti ve haliyle Menstona çok geç vardım. Menston tren istasyonun hemen çıkışında otobüs durağı vardı ve şansıma hemen otobüs geldi. İnmem gereken durakta inip oteli aramaya koyuldum. Yollar bomboştu. Sadece publar açıktı. Üç ayrı kişiye sorarak The Black Horse Hotel’i buldum. Otel sadece otel değil aynı zamanda pubtı ve barmen çocuk aynı zamanda hem resepsiyonist hem de belboydu. 22:00’da otele vardım ve odaya girdiğim de rahatladım. Saatimi sabah saat 05:30’a kurdum ve vakit kaybetmeden duş alıp yattım.
Sabah uyandığımda henüz gün ağarmamıştı. Krokan yiyip kahve içtim. Çantamı hazırlayıp üstümü giyindim. Odadan dışarı çıkıp otelden dışarı çıkmaya çalıştığımda kapana kısılmış gibi içeride kaldım. Ne bir ses ne de bir insan vardı. Otelin giriş pub kısmıyla odaların olduğu kısım içerden otomatik kepenkle kapatılmış ve açtığım tüm kapılar kapalı odalara açılıyordu. En sonunda bulduğum bir kapı otelin arka kısmına açılıyordu da o şekilde dışarıya çıkabilmiş oldum.
Dersimi çalıştığım için nereden geçip nereye gitmem gerektiğini biliyordum. Kayıt yaptırmak için Weston Lane Toplum Merkezine gitmem gerekiyordu. Aşağısından nehir akan bir köprüyü geçtim ve her halinden koşucu olduğu anlaşılan bir adam arabayla yanımdan geçip konuşmaya başladı. Ona toplum merkezini sorduysam da bana otoparka gitmem gerektiğini söyledi. Arabam olmadığı halde otoparka gittim. Orada arabasıyla Ryk’i gördüm. Kendimi tanıtmaya kalktıysam da biliyorum Türkiye’den geldin öyle değil mi dedi. Benim gibi bir koşucuyu göstererek beraber gelebilirsiniz dedi. Steve’le tanıştık ve toplu merkezine kadar beraber sohbet ederek yürüdük. Toplum merkezi denen yer mutfağı olan ve bir anaokulunun ek binasına benzeyen bir yerdi. Önce numaralarımızı aldık akabinde malzeme kontrolü yaptırdık. Bu arada dün ben Stowmarket’ten Londraya giderken Ryk’den zorunlu malzemelerle ilgili bir mail aldım. Yağmur geçirmez pantolon eklenmişti ama neyse ki Ryk kendininkini bana ödünç verdi. Zaman ilerledikçe insanlar geldi ve içerisi kalabalıklaştı. Kahvaltı yapmadığım için karnım açıktı. Neyse ki Gizem’in çantama koyduğu muzlar vardı. Muzları yedim ve sonra sıkılıp dışarı çıktım. Ryk yanıma gelip içeri girmem gerektiğini parkurla ilgili brifing yapacağını söyledi. Briften önce arkadaşlar bu yıl aramızda Türkiye’den gelen bir koşucu var diyerek beni tanıttı. İnsanlar gayet sıcak bir şekilde beni alkışladılar. Brif sonrası dışarı çıktık. Start yazan bir başlangıç çizgisine gideceğimizi umarken bir anda koşu başladı. Süsten püsten uzak ilginç bir başlangıç oldu. Saatimin GPS’ni açıp koşmaya başladım. Koşuya başladıktan 100 m sonra sadece tek kişinin geçebileceği demir bir kapıdan geçtik. Haliyle yığılma oldu ama çok kalabalık olmadığımız için çok beklemedik birbirimizi. Parkurun ilk kısmı çiftlik evlerini dar yolları arasında başladı. Nizami olan taş evler ve ahırlar arasından geçtik. Evlerden oluşan manzara o kadar güzeldi ki çok keyif aldığımı hissettim. Geçtiğimiz yerler özel mülktü ve demir kapılarla birbirinden ayrılıyordu. Geçtiğim bir kapıdan sonra karşıma bir anda kocaman tüylü bir katana atı çıktı. Akabinde yer yer koyunlarla karşılaştık. Birbirinden çitlerle ayrılan, çiftliklere geldik. Bir sonraki çiftliğe geçmek için basamaklardan merdiven yapılmış taş duvarlardan atlamak gerekiyordu. Bunun dışında koyunların geçmesini engelleyecek şekilde tasarlanmış tek bir insanın yan yan geçebileceği taştan duvar oyukları da vardı. İlk 8,5 km sıkıntısız ve kaybolmadan yolu takip ettim. Sonrasında karşıma bir çit çıktı fakat çitte sarı işaret yoktu. Yol sola doğru kıvrılıyordu. Sola doğru döndüysem de emin olamadığım için arkamdan gelenlere bağırarak doğru yolda olup olmadığı sordum. İki km sonra karların içindeki tarlalardan Denton’daki CP’ye geldim. Mavi bir cipin arkasında kola, fanta, tuzlu fıstık, şekerleme, marşmelov, ve iki bidon su vardı ve bidonların plastik tadı sulara geçmişti. Çok oyalanmadan yola koyuldum sağ taraftan tekrar karlı patikaya girdim ve yol ormanın içinde sağa doğru kıvrılıyordu. Hafif yokuş yukarı koşarken bir süre sonra yerde ayak izlerinin olmadığını fark ettim ve yol bir an da çitle bitti. Çitin diğer tarafı alabildiğine beyaz ve geniş bir tarladan oluşuyordu. Yanlış yolda olduğumun farkına varıp tekrar geriye doğru koşmayan başladım. Dönüş yolunda önce ne olduğunu bilmediğim yabani bir kuş gördüm akabinde sağımdan hızlı bir şekilde kocaman yabani bir tavşan hızlıca geçti ve tavşanı gördüğüm için kaybolduğuma sevindim. Çok geçmeden yolda koşucular görüp rahatladım. Meğer sağa doğru yolu takip etmek yerine o an için fark etmediğim çitin üstünden atlamam gerekiyormuş. On dördüncü km’de altından Wharfe nehrinin aktığı bir köprüden geçip Buley kasabasına vardım. Yol üzerindeki direklerde sarı işaretler olsa da yeterli olduğunu söylemek pek mümkün değildi. Önümdeki koşucuları kaçırmadan ana cadde üzerinden karşıya geçip koşmaya devam ettim. Sonra ileriden ara sokağa girip yokuş yukarı yürümeye başladım. Yokuş bittikten sonra evlerin olduğu sokaklara geldik. Önümde üç dört kişilik bir grup vardı ve hızları bana yakın olduğu için onlarla beraber gidiyordum; ama kendi arkadaş grupları olduğu için ya da farklı bir kültürden geldiğim için benimle pek ilgilenmiyorlardı. Yolun sonunda on dokuzuncu km’ye geldiğimizde yine mavi bir ciple karşılaştık. Bu sefer cipin başında iki tane çocuk vardı. Kola istedim ve çocuk diğer çocuğa bakarak bir gülüş attı. Sonradan fark ettim ki telaffuz yanlışlığımdan (coke-cock) ötürü gülünç duruma düşmüştüm.
Takip ettiğim grup oyalanmadan hemen koşmaya başladı. Ben de arkalarından devam ettim. Evlerin olduğu bölgeden tekrar arabaların geçtiği dükkanların olduğu işlek caddelere gelmiştik. Bir süre kaldırımda koştuktan sonra tekrar yoğun karla kaplı patikaya girdik. Çok fazla yükseklik yoktu bir tarladan diğerine geçerken sağımdan ince bir suyun aktığını gördüm ve video çekmeye başladım ama video çekerken önümdeki kafileyi kaybettim. Neyse ki arkamdan gelen orta yaşlı bir adam vardı. Onunla beraber koşup biraz lafladık. Bir süre sonra diğer koşucularla karşılaşıp ve beraber hiç ağaç olmayan çok rüzgar alan kurak bir alana geldik. Sonrasında ip gibi tek sıra halinde yukarıya doğru yürümeye başladık. Etrafımız göz görebildiğince boştu, rüzgar esiyordu ve çok soğuktu. Neyse ki bir süre sonra Yeadon kasabasına bağlı köy yolarından çiftliklerin arasından geçmeye başladım ve rüzgar bir an da kesildi ama bu seferde ellerim üşümeye başladı. Bigley kasabasına bağlı köy yollarından geçerken sadece karın kısımları beyaz olan tüylü siyah danaların olduğu bir çiftlikten geçtim ve bu tek tip danaların fotoğrafını çektim. Dört kişilik bir ekip buldum kendime ve aralarına karıştım. Üçü ödümden giderken biri de arkamdan geliyordu. Tek kişinin geçebildiği karlarla kaplı sağ yanından nehir akan ince bir patikadan geçip yola devam ettik. Patikayı bitirip asfalt yola çıkıp sola doğru biraz koştum ve karşıma Esholt’taki 4. ana istasyon çıktı. Saatim 39. km’yi gösteriyordu ve orta yaşlı bir adamla yaşlı beyaz sakallı bir adam bizi yolun diğer tarafında karşıladı. Orta yaşlı olan yanımdakilere yabancı ülkeden olduğumu söyledi ben de evet Türkiye’den geliyorum dedi. O da Türkiye’yi biliyorum İslam ülkesi diyerek yüzünü buruşturdu. O sırada yaşlı olan görevli, adın Kemal öyle değil mi diye sordu. Evet Kemal dedim ve Kemal Atatürk’ü tanıyor musunuz diye sordum. Seninle aynı isme sahip öyle değil mi dedi ve evet tanıyorum o bir lider, o bir kahraman dedi. Birbirimize gülümsedik ve teşekkür ederek yoluma devam etim.
İstasyonun yanından direkt patikaya giriş yaptım ve uzun ağaçların olduğu bir ormanda yokuş yukarı yürümeye başladım. Manzara çok güzeldi. Üç km sonra Esholt köyünden Yeadon kasabasına vardım. Orman parkla birleşmişti ve uzun ağaçların arasındaki geniş yoldan yürümeye devam ediyorduk. Öncesinde Andy ve Louise ile koşarken artık Tom ve Robert ile koşuyordum. Parkın içinde insanlar ailece eğleniyorlar küçük çocuklar kızaklarla bizim geldiğimiz yönün ters istikametine doğru kayıyorlardı. Bir süre sonra kasabanın içine geldik ve etrafta hiç işaret yoktu. Tom’a doğru yolda olup olmadığımızı sordum, umuyorum dedi. Ana yola geldiğimizde yolu kaçırdığımızı fark ettim, çünkü o kadar vakit kaybettiğimiz halde arkamızdan gelen ve yolları bizden daha iyi bilen Andy ve Louise henüz gelmemişti. Ana caddeden sağa doğru ilerledik ve sonra bir direğin üzerinde sarı işareti gördük. O an için çok mutlu olmuştum. İşaretler bizi ana caddeden evlerin olduğu sol üst sokağa doğru götürdü evlerin arasında biraz ilerlemiştik ki işaretler tekrar kayboldu. Yolda koşu yapan ve bizim ters istikametimize doğru koşan siyahi bir kadına yolda hiç sarı işret görüp görmediğini sordum. Kadın beni anlamadı. Tom kadına elindeki haritayı göstererek yolu sordu. Kadın orada oturduğu için yolu biliyordu ve bizi evlerin arasındaki dar ara sokağa sokarak koşmaya başladı. Tom ve kadın önde Robert ve ben arkada koşmaya başladık. Çok geçmeden kendimizi yine karlarla kaplı tarlalarda bulduk. Kadın bizimle birlikte aşağı yukarı 2 km koştu ve yolun geri kalanını tarif edip geriye döndü. Kadına teşekkür ederek yola devam ettim. Yolda önümüzde Louise ve Andy’i görünce daha önce bir yerlerde yolu kaçırıp dönmemiz gereken yerden dönmediğimizi anladım. Yol bir süre tarlalardan devam ettikten sonra Chevin sırtına geldik. Burada insanlarla karşılaştım ve bir süre onlarla beraber koştuktan sonra hepsini geçip en önde yerimi aldım. Tek kişinin geçebileceği dar patikada koşarken yol ayrımında durmak zorunda kaldım. Önümdeki direkte yarışa ait iki tane ok işareti vardı, biri sağı gösterirken diğeri düz gösteriyordu. Arkamdan gelen sarışın uzun boylu erkek koşucuya kısa mesafe tercih edeceğimi ama nereden gitmem gerektiğini bilmediğimi söyledim. Ben de kısa mesafe koşacağım deyince rahatladım. Elindeki haritayı açtı biraz inceledikten sonra düz gitmemiz gerektiğini söyledi. Beraber dikenli yolarda koşmaya başlamıştık ki çok geçmeden asfalt yola çıktık. Etrafımızda hiçbir işaret yoktu. Yolun karışışında tekrar yine patika bir yol vardı. Biz o yolu tercih etmeyerek sağa doğru asfaltı takip edecektik ki iki tane bisikletli patikadan çıkageldiler. Onlara yolda yarışçı görüp görmediklerini sordum. Evet gördük dediler. Biz de bunun üzerine karşı patikaya girdik ama yoldan emin değildim; çünkü hiçbir işaret yoktu. Şansımıza yol ağaçsız kuraktı ve bu sayede arkamızdan gelen koşucuların arkamızdan gelmeyip asfaltı takip ettiklerini gördük. Yanlış yolda olduğumuzu anlayıp geriye asfalta döndük. Sarışın koşucuya, bisikletlilerin koşucu gördük dediklerini hatırlattım. O da bana trekkingcileri yarışçı sanmışlardır dedi. Asfalta çıkıp ip gibi tek sıra yolun kenarından koşuyorduk ki uzun sürmeden son kontrol noktasıyla karşılaştık. Kayıt esnasında malzeme kontrolü yapan görevlilerden biri olan Catriona bu sefer bizi burada karşıladı. Burada diğer CP’ lerden farklı olarak, mini babybel peyniri ve domuzlu turtalar vardı. Peynir çok iyi geldi, bir tane de çantama koydum. Catriona’ya bitişe kaç km. kaldığını sordum, üç mil dedi. Km olarak nedir diye sorunca ben km bilmem mil bilirim dedi. Fazla oyalanmadan tekrar yola koyuldum. Bir süre arazide koştuktan sonra Otley kasabasına vardım. Yaklaştığıma sevinirken sağ taraftaki yola girip kendimi bir anda karlı arazide buldum ve treni kaçırma endişesiyle yoluma devam ettim. Rota açıklamasını okuduğum için bu son patikanın yolu uzatmak adına koyulduğunu biliyordum. Aşağı yukarı 2 km kadar koştuktan sonra tekrar asfalta çıktım ve kasabanın merkezine doğru koşmaya başladım. Direklerin üzerindeki sarı işretleri takip ederek bir kavşağa geldim. Andy ve Louise önümde koşarlarken gözden kayboldular. Kavşağın sağ kısmında geldiğim yolun paraleli bir alt yolda direğin üstünde sarı işaret görünce sağa doğru kıvrıldım. Biraz koşmuştum ki yanlış yolda olduğumu fark edip yoldan geçen bir kadına bitiş noktası olan Pool-in-Wharfedale Methodist Kilisesinin yerini sordum. Buradan çok uzak değil, diyerek geldiğim yolu gösterdi. Tekrara koşmaya başladım, geçtiğim kavşağa gelip düz devam ettim ve sonun da kilisenin dış kapısında genç bir kızla delikanlının Finiş yazan pankartı tutuğunu gördüm. Pankartın altından geçerken beni tebrik ettiler. Kiliseye girince her koşucuya yaptıkları gibi beni de alkışlayıp tebrik ettiler. Arkamdan gelen Tom ve Robert’i orada görünce kaybolduğum sırada beni bir dakika farkla geçtiklerini anladım. Ryk’nin ödünç verdiği kar pantolonunu teşekkür ederek iade ettim. Oraya vardığımda saat 16:40 civarıydı ve beni Menston tren istasyonuna götürecek olan son otobüs 17:10’da kalkacağı için bir an panik yaptım. Tişört madalya ve bitirme sertifikamı alıp hemen bırakma çantama yerleştirdim. Karnım açtı ama treni kaçırma korkusu açlığımdan önce geldiği için yemek yemeden Ryk’den yardım istedim. Ben otobüs durağının yerini sormaya çalışırken o elimdeki haritaya bakıp biz seni Menston Tren istasyonuna bırakırız dedi. İngilizlerin pek yardımsever olmadıklarını söyleyenlerin aksine bir kez daha gördüm ki ultramaratoncular dünyanın her yerinde birbirine benzeyen yardımsever doğa insanlarından oluşuyordu. Bu arada yemek benim yiyebileceğim cinsten değildi. Tencereden tasların için sıcak sulu yemek koyuyorlardı ve yemeyin içinde bir ben yoktum.
Ryk, masa başında oturup gelen koşucuların numaralarını ve sürelerini not olan yarış görevlisi kadına beni Menston tren istasyonuna bırakmasını söyledi. Üçümüz dışarı çıkıp arabaya doğru ilerlerken Ryk’ye her şey için teşekkür ettim. O da birçok koşucu gibi eğlenip eğlemediğimi sordu. Ryk ile vedalaşıp görevli kadınla hızlı bir şekilde 8,5 km’lik Meston istasyonuna vardık. Arabada giderken telefonumla oynadığım için midem bulanmıştı. Arabadan inince de bir anda havanın soğukluğuyla titreme geldi. En ilginci de daha önce hiç olmadığı şekilde titreşimli bir masaj aleti gibi sol elim uyuşarak titremeye başladı. Bir süre sonra titreme geçti. Meston’dan Leeds’e oradan Peterborough’a oradan da son olarak Stowmarkete gitmem gerekiyordu. Biletimi çok önceden almıştım. Biletime göre 18:53’de Menston’dan trene binmem gerekiyordu; fakat istasyonda erken olduğum için bir önceki trene 17:10’da bindim. Trene binmeden önce ancak ayakkabılarımı değiştirip üstüme uzun kollu polar tişört giyebildim. 17:45’de Leeds’e vardım. Tuvalete gidip tepeden tırnağa üstümü değiştirdim ve 18:15’de diğer trene bindim. 20:00’da Peterborough’a vardım. Oraya kadar şansım yaver gitmişti ve her seferinde bir önceki trene binerek çok beklemeden bir sonraki istasyona varmıştım. Peterboroug’dan Stowmarkete sadece bir tane tren vardı ki o da benim satın almış olduğum biletin treniydi. Tren 21:45’te kalktığı için 1 saat 45 dk. istasyonda beklemek zorunda kalmıştım. Stowmarket’te indiğimde beni istasyonda Onur karşıladı ve arabasıyla 750 m. mesafedeki evlerine götürdü. Zili çaldık, kapı açılmadan içerden oğlumun babam geldi babam geldi diye sevinç çığlıklarını duydum ve o an kendimi çok mutlu hissettim. Yarışı bitirdiğim de bile bu kadar mutlu değildim.

17 Beğeni

Detaylı ve sürükleyici bir yarış raporu olmuş @KemalKadir ayağına ve eline sağlık.

1 Beğeni

@KemalKadir tebrik ederim, okurken resmen öldüm öldüm dirildim, bitiş çizgisine sağsalim daha doğrusu daha da kaybolmadan ulaşmana sevindim. Ultra maraton koşucularının yardımsever olmaları konusuna katılıyorum üstelik Dünyanın her yerinde böyle. Esas ultra maraton içinde tren maratonları da ayrı bir değerde. En son saymayı bıraktım kaç tren değiştirdiğini. En mutlu an maraton sonrası Onur’ u görmek zannederken oğlunun karşılamasının en güzel final olduğunu öğrenmek. Kalemine ve ayaklarına sağlık. :slight_smile: Bir diğer teşekkürü de aslında sana ultra maraton koşturan, Alice harikalar diyarında gibi ortamlara götüren ve farklı hayvanları görmene vesile olan Pegasus’ a iletmen lazım sanırım. :slight_smile: Tebrikler ve paylaşımın için teşekkürler. :slight_smile:

2 Beğeni

Teşekkür ederim Erol abi. :slight_smile:

1 Beğeni

Teşekkür ederim Alper abi. :slight_smile:

1 Beğeni